top of page
Ara
  • Yazarın fotoğrafıAynur Karabulut

İSLAM DÜNYASI DİYE BİR YER YOK!..

Güncelleme tarihi: 28 Mar 2020

Yusuf Hocayı; fikir yazılarıyla, felsefi tespitleriyle, ontolojik yorumlarıyla, ilginç kavramsallaştırmalarıyla yıllardır severek takip ederim. Kendine has üslûbu, duruşu ile şüphesiz Türkiye’deki mütedeyyin yazarlar arasında en dikkat çeken isimlerden biri.

Hayatını İslam'ı ve Batıyı anlamaya adamış. Hegel’i, Wittgenstein’ı özümsemiş. Kütüphanesinde otuz binin üzerinde kitabı olan, neredeyse hepsini okuyan, İbnü’l-Arabî ve Farabi’nin yolunda ilerleyen, kendi deyimiyle “Hakikatin peşinden koşmuş, sinemaya, estetiğe meraklı, kendini hedefe kilitlemiş, fikir oluş çilesi çeken, hakikatin izini sürmeye çalışan bir adam.”

Yıllardır kendisi ile söyleşi yapmayı hayal ederdim, tabi onu kızdıracak sorular sormayı da.

Nihayet hocayla görüşebilme imkânı doğdu. Anlattığı pek çok şeyi ilgi ve hayretle dinledim. Uzun vakitler dinleyebilirdim de. Fakat Hocanın ‘Yeter artık, söylediklerimi nasıl çözüp, toparlayacaksın’ ikazıyla noktayı koyduk. Sanıyorum kızdırmayı başarmıştım.

Kendisiyle çok keyifli bir röportaj gerçekleştirdik. Sizin de keyif alarak okuyacağınızı düşünüyorum.

Yusuf Kaplan 1964 Şarkışla doğumlu. İlk, orta ve lise öğrenimini Kayseri'de tamamladı. 1986’da Dokuz Eylül Üniversitesi, Sinema-TV bölümünden mezun oldu. 1989’da M.E.B. bursu ile İngiltere'ye gitti. 1992’de doktorasını tamamlayıp yurda döndü.

Pek çok gazete ve dergilerde yazılarıyla yer aldı. Foucault, Baudrillard, Kundera, Umberto Eco ve John Berger gibi yazarların eserlerini tercüme etti.

Yeni Şafak Gazetesi, Umran Dergisi ve TV5’te Genel Yayın Yönetmeni olarak görev yaptı. TV Net'in kurucuları arasında yer aldı. Halen Yeni Şafak Gazetesinde köşe yazılarına devam etmektedir. Ayrıca İstanbul Zaim Üniversitesinde Öğretim Üyesidir.


Sizi tanıyabilir miyiz?

Kendini hedefe kilitlemiş, fikir oluş çilesi çeken, hakikatin izini sürmeye çalışan bir adam.

Niçin böyle bir yolculuğa girişiyorsunuz?

Türkiye’de, medeniyet coğrafyasının ve insanlığın yükünü omuzlarında taşıdığı şuuruyla nefes alıp veren bir öncü kuşak yetiştirmesi gerekiyor. Yaşadığımız iki yüz yıllık medeniyet krizi, bizim gök kubbemizin çökmesine yol açtı. Her şey yerle bir oldu. Öncü kuşaklarımızı kaybettik.

Öncü kuşak derken, arif şahsiyetten bahsediyoruz. Entelektüel öncü kuşak olarak görülen; aydından, gazeteciden, stratejici ya da akademisyenden bahsetmiyoruz. Bunlar bizim öncü kuşaklarımız değil, başka bir uygarlığının öncü kuşakları. Bunlar bizim kavramımızla bakabilir mi dünyaya. Hayır.

Bir medeniyet, ancak kendi öncü kuşaklarını inşa edip geliştireceği kavramsal sistem üzerinden kurulabilir. Yani aydının, entelektüelin, gazetecinin sunduğu çakma dünya, bize ait bir dünya değildir. Başkalarının kavramlarıyla kendi dünyamızı kuramayız.

Bize, bizim kavramlarımız üzerinden bir hakikat yolculuğuna çıkaracak öncü kuşaklar gerekiyor. Her medeniyetin kendi önderlik profili vardır. Kendine özgü eğitim, toplum, hakikat, yaratıcı, insan ve eşya tasavvuru vardır.

Eğitim tasavvuru demişken bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bizden, bize ait bir eğitim tasavvuru edinebildik mi? Eğitim tasavvuru deyince siz ne görüyorsunuz?

Geçmişten bana ne demememiz gerekiyor. Tarih bilinci olmadan, tarih felsefesi yapmadan geleceğe ilişkin okuma yapamayız. Dinimizin, kitabımızın, kültürümüzün, geçmişimizin kısacası köklerimizin ne kadar güçlü olduğu gerçeği unutturularak oluşturulan bir eğitim tasavvuru için yorum dahi yapmaya gerek duymuyorum.


Bu anlamda var olan ve bizdeki insan tipleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Zülcenaheyn bir insan tipi görüyorsunuz. İki kanatlı olmak öyle basit bir şey değil. Mikro ve makro ölçeklerde bakmak gerek. Mikro ölçekte içine yoğunlaşacak, kendiyle cehdederken nefsiyle mücadele edecek. Öte yanda kendini olgunlaştırarak dışına açılacak. O zaman mücadele başlayacak. Kendiyle mücadele edemeyen başkası ile mücadele edemez. Dolayısıyla bizden istenen şey ilk önce kendimize çeki düzen vermemiz.

Bizdeki insan tipi, insan-ı kâmildir. Hakikat yolculuğunu gerçekleştirmeye çalışan kişidir. Entelektüel bireydir, bireycidir. Karşılaştırdığımızda entelektüel aydından daha önemli biridir. Aydın dediğimiz kişi, bir şekilde güç odaklarının; siyasi, kültürel, ekonomi sözcülüğünü ve gözcülüğünü yapar. Entelektüel ona göre biraz daha iyi bir figürdür. Hiç değilse eleştirel bir mesafe vardır. Entelektüel, çağın çocuğudur. Çağını aşacak, başka çağlara çağrısını ulaştıracak, derin nefes alabilecek birisi değildir. Her insan çağının çocuğu olmak zorundadır. Çünkü herkes kendi yaptıklarından sorumludur. Nihayetinde herkes kendi yapıp ettiğinden hesaba çekilecektir.

Müslümanlar diyor ki; Rönesans Müslümanların eseridir. Batılılar; bilimi, düşünceyi Müslümanlardan aldı. Bu veri olarak doğrudur. Bunun üzerine batıda 9. 12. 15. yüzyıllarda geliştirilmiş üç tane Rönesans var. Bunların gerisinde de Müslümanlar bulunmaktadır.

Jung, Freud’dan sonraki en büyük psikanalisttir. Junk’ un şöyle der: “Biz batılılar, Müslümanlara normal insan olarak bakamayız. Nedeni şu; bizi biz yapan her şeyi Müslümanlardan aldık. Tıbbı, Matematiği, Cebiri, Astronomiyi. Dolayısıyla bize ait bir şey yok. Hep onlardan aldığımız şeyler üzerine bir şeyler inşa ettik.”

Modernitenin oluşumunda İslam’ın rolü var diyebilir miyiz?

Burada tarihsel veri olarak, batı uygarlığının modernitenin oluşumunda İslam’ın belirleyici bir rolü olduğunu söylemek başka bir şey ama buradan bir apoloji ve alma psikolojisi geliştirmek, kendiniz hiçbir şey yapmadığınız halde geçmişte Müslümanların yapıp ettikleri üzerinden kendimizi tanımlamaya çalışmak, onların sırtından geçinmek hastalıklı bir haldir.

Dolayısıyla entelektüel figürü bu tuzaklara düşer. Başka çağlara ve çağrılara açılabilecek, derin nefes alabilecek birisi değildir. Ama entelektüel çocuktur. Çağının bütün sorunlarıyla ilgilenir. Bağırır, çağırır, ağlar. Ama mamasını verirsiniz susar.

Akademisyen, entelektüele göre daha tehlikeli bir tiptir. Bazı istisnalar olabilir ama genel olarak akademisyen görünüşte tarafsızdır. Tuzu kurudur. Dünya alt üst olsa kılı kıpırdamaz. Güya objektif bakar ama onun objektifliği zaten sübjektif bir şeydir.

Mesela, akademisyen der ki ‘Rasyonel argüman geliştireceksin.’ Rasyonel argüman ne demek? Kuracağın cümleler karmaşık değil mantıklı, ikna edici olacak. Şiir, metafor olmayacak. Çok istisnalar hariç bu tür metinler ortaya çıktığında akademisyenler kabul etmez. Yani metaforun güçlü olduğu şeyi kabul etmez. Belki metafor daha iyi izah edecektir, sembolik dil belki daha güçlü olabilir. Ama hayır, o bunu reddeder.


Peki neden bunu istiyorlar?

Çünkü rasyonalizm indirgemecidir. Ölçer biçer. Sadece akla indirgeyen bir düşünme faaliyeti vardır. Çağımızın en büyük düşünürü olarak kabul edilen Heidegger, şöyle bir cümle kurar: “Akıl düşünmeyi mümkün kılan bir alet değildir. Akıl düşünmeyi öldüren bir alettir.” Ezber bozan bir şey söylüyor. Haydi buyurun buradan yakın. Özellikle bazı İslami kesimlerde, Müslümanlar aklı imar ediyor gibi çeşitli söylemler var. Müslümanların öyle bir derdi yok. Tarih boyunca bizim akıl diye, bilim diye bir sorunumuz olmadı ki!

Rasyonel akıl ne demek?

Rasyon akıl aslında oran demektir; insanın düşünme faaliyetini; ölçme-biçme, dar kalıplar içine hapsetme. Şu cümleyi çok rahat kurabiliriz. Düşünce tarihinde en sığ akılcılık biçimi Kartezyen, dolayısıyla modern akılcılık biçimidir. Kant’ın akılcılığı ile Descartes’in akılcılığı arasında tabi ki mahiyet ve derece farkı vardır.

Mesela Kant, modern düşüncenin en büyük düşünürüdür. “İnsanın düşünme çabasının önünü açabilmek için aklını sınırlandırdım.” demiştir.

Aklın her şeyin merkezine yerleştirilmesi, Kartezyen felsefe ile birlikte dünyayı cehennemin eşiğine sürükledi. Yani Kartezyen felsefenin kurucusu Descartes ne dedi bize? “Bütün tabiatın ve efendilerin hakimi olacağız.”

Bu söylemi ile bize ne demek istedi?

Akıl ile yapılmak istenen şey neydi? Bilgi elde etmek. Şunun altını özellikle çizmek lazım. Bütün yaşadığımız felaketler, aydınlanma denilen şeyin nasıl bir karartma operasyonu olduğunda gizli. Bilimsel devrimin kurucularından birisi olan Francis Bacon’un bir cümlesi var. Bilgi güçtür. Burada problem şu. Bilginin güç elde etme aracı olarak konumlandırılması, aracın güce sahip olma kaygısının amaç haline gelmesi. Bu çok önemli bir şey. Francis Bacon’un kurduğu cümle ne biliyor musunuz? Özne güç, bilgi değildir.

Neden güce ihtiyaçları var ve neden gücü ele geçirme dürtüsü batılıları güdüyor?

Tamda buna bakmak lazım. Modernliğin ortaya çıkışı kapitalizmdir. Bu onların ürettiği bir şey olduğu için onların kavramları ile tanımlamak gerek.

Modernlik ve Postmodernlik’in nasıl bir şey olduğunu İslami açıdan İslami kavramlarla da tanımlarız. Fakat onların kendi ürettikleri bir dünya var. O dünyayı nasıl üretmişler? O dünyayı nasıl tanımlıyorlar? Onların diliyle, gözüyle bakalım. Bir oryantalizm, ilkelizm tuzağına benzer. Occidentalizm (Garbiyatçılık) ilkelliği yapmamak ve ahlaklı olmak için böyle bakıp yorumluyorum.

Üç aşamalı bir yolculuk bu. Modernliği tarif ederken; Heidegger şöyle der: “İnsanın, her şeyi ölçüsü ve ölçütü katına yükseltme çabasıdır.” Yani bu, insanın tanrılaştırılması, tanrı fikrinin yitirilmesi demektir.

Tanrı fikrini yitiren bir insan yaşayabilir mi? Asla yaşayamaz. Dolayısıyla bilgiyi güç olarak konumlandırmalarının, gücü ele geçirme güdüsünü amaç haline getirmelerinin gerisinde yatan temel neden budur; Tanrı fikrinin, hakikat fikrinin yitirilmesi. İnsanın tanrılaştırılması, insanın tanrının yerine yerleştirilmesidir.


Bu nasıl bir tehlike doğuruyor?

Bu fikirle ortaya çıkan sorun ontolojik güvensizlik duygusu. Ontolojik güvensizlik duygusu, insanın hakikat fikrini yitirmesidir. İlk önce insanı tanrılaştırması, sonra insan aklını kutsaması, daha sonra da araçları kutsamasıdır. Araçları amaçların önüne geçirmesidir.

Horkheimer “Araçsal akıl” diyor bu duruma; İnsanın araçları kutsaması ile amaçlarını yitirmesi. Nietzsche'nin çıldırmasının nedeni de budur.

Bu durumda kendimizde neyi sorgulamalıyız? İnsanın hayatı anlamak ve daha insani bir dünya kurabilmek için sorması gereken temel sorular nelerdir?

NE? NİÇİN? NASIL? Modern batı uygarlığı; NE sorusunu kısmen soruyor. NİÇİN sorusunu asla sormuyor. Ama merkez soru olan NASIL sorusunu hedefinde tutuyor.

Neden bu soruyu merkeze oturtuyor?

Nasıl daha fazla bilgi edinirim? Nasıl daha fazla bu bilgi ile güç elde edebilirim? Nasıl daha fazla bu elde ettiğim güç ile tabiata hakim olabilirim. Dolaysıyla nasıl dünyaya, bütün insanlığa hakim olabilirim? Felaketi görüyorsunuz.

Ontolojik güvensizlik duygusu, tanrı ve hakikat fikrinin yitirilmesi, insanın araçları putlaştırması ve etimolojik güvensizlik alanlarının genişletmesine yol açtı. Ontolojik güvensizlik sorununu aşabilmenin kısmen de olsa tek çözüm yolu vardır. Etimolojik güvenirlik alanlarını genişletmek.

Etimolojik güvenlik alanlarını genişletmekten ne anlamalıyız?

Bilgiye sahip olmak, dolayısıyla bilgiye sahip olacak araçlara sahip olmak. Ama unuttuğumuz bir şey var. Sahip olduğu şey, sonunda insana sahip olur. Siz araçlara sahip olmaya başladığınız oranda o araçlar size sahip olurlar. Amaçlarınızı yitirdiğiniz ve niçin sorusunu sormadığınız zaman bu araçlar sizi mahveder.

İnsan aracı kullanmak için yaratıldı, araç tarafından kullanılmak için değil. Modernlikle beraber akılcılık, yaşam serüveninde insanların araçları kullanması değil, araçların insanları kullanmasıdır. Felaket budur. Çağımızda insan yaşamak için çalışmıyor. Çalışmak için yaşıyor.

Batılılar sadece NASIL sorusunu sorar. Bir şeyin mahiyetini anlamak için, keşif yapacak, bilimi geliştirecek ‘Bu NEDİR?’ sorusunu asla sormaz. Ama ‘Bu NASIL geliştirilebilir?’ diye sorar. Mesela bir düğmeye basarak insanları yok edebilecek silahları niçin geliştireceğim diye soramaz. Sorduğu zaman o sorunun cevabı bellidir, o zaman bu silahları geliştiremez.

O yüzden bilimden bahsediyoruz ama bilim felsefesi ile alakamız yok. Bilimcilik yapıyoruz. Bilimi kutsuyoruz. Yaptığımız şey bu. Türkiye’de pozitivist eğitim sistemi sadece seküler kesimlerin değil İslami kesimlerin de önünü açtı. Bilimi kutsuyor herkes. Bilim felsefesi ile uğraşmıyoruz. Bilim felsefesinin babalarından Paul Feyeraband, Batı uygarlığının dünya üzerinde kurduğu hakimiyeti iki şeye borçlu olduğunu söylüyor. Birincisi silah, ikincisi de ikna, yani reklam.

Silah, bilgiyi elde etmeye çalıştı ve etti. Peki bilgiyi nasıl elde etti? Tabiatı kontrol ederek, ona hakim olarak. Yani araçları kontrol ederek araçlara hakim oldu. Böyle olunca ne oldu? Amaçlarını yitirmeye başladı.


Batı uygarlığı bir kontrol ve kolonizasyon uygarlığıdır. Batı uygarlığının geliştirdiği her şey; sanatı, medyası, kültürü bir kontrol aracıdır. Asıl amaç aracı kontrol etmek, araca sahip olmaktır.

Bunu bile bile neden hala her şeyi onlardan alıyoruz? Biz çok mu geri zekalıyız?

Yine hafif sordunuz, daha şiddetli bir soru gelebilirdi. Misal bizim arkadaşımızdan bir profesör çıkıyor Tv kanalında güya İslam’ı savunacak; “İslam dünyasının toplam üretimi, ilerlemesi, gelişmesi Almanya ile denk değildir.” diyor. Niçin? sorusuna ise “Çünkü Müslümanlar bilimi ihmal ettiler.”

Müslümanlar Almanya ile tabi ki boy ölçüşemezler. Çünkü Müslümanlar bağımsız değil. İslam dünyası iki asırdır köle. Asıl gerçek şu; “İSLAM DÜNYASI DİYE BİR YER YOK.” Bunu bileceksiniz. Eğer bunu bilmeden cümle kurarsanız o zaman zaten yanlış cümle kurarsanız, yanlış soru sorarsınız. Yanlış soru ile birlikte yanlış bilgi alıp, insanları yanlış yönlendirmiş oluyorsunuz. Farkında değilsiniz. Gerizekalı mısınız? Yoksa zihniniz çağdaş hurafeler çöplüğüne mi dönüştü?

Müslümanlar geri kaldı, batılılar ilerledi diyorlar. Problem burada, ilerlemek ne, geri kalmak ne?

İlerlemekten kast ettiğimiz şey; araçların çoğalması, bir düğmeye basarak insanlığı yok edebilecek Smart teknolojilerinin, High Teknolojilerinin çoğaltılması. Bu ilerlemek mi? Hayır!

Bu, gücün kutsanmasıdır. Niceliğin, araçların hükümranlığıdır. İnsanın araçların kölesi haline gelmesi ilerlemek değildir. Tam bir çıkmaz sokağın dibine saplanmaktır. Mesele araçlara sahip olma meselesi değil, hakikate ulaşma meselesidir. Hakikati bulmadan adalet olmaz.

Batılıların vadettiği insan hakları hakkında ne düşünüyorsunuz?

Batılılar insan haklarını asla tesis edemezler. Bu mümkün değildir. Çünkü onlarda hakikat fikri yoktur. Hakikat fikrinin olmadığı yerde adalet tesis edilemez. Sadece görünüşten, şekilden ibaret bir adalet düzeninden bahsedilir. Hukukun hiç gelişmediği ve hukukun aşırı geliştiği yerde de insan yoktur.

Hukukun olmadığı yerde insan yoktur meselesini konuşmaya gerek yok belli zaten. Peki Hukukun aşırı geliştiği yerde neden insan yoktur?

Çünkü makine vardır. Sistem kurulmuştur. İnsanlar o sisteme göre robotlaştırılmıştır. İnsan; sistemi, hayatı şekillendireceği yerde sistem insanı şekillendirmektedir. Tam bir makineleşme biçimi.

Yani teknolojik sistemin hayata, hukuk sistemine uyarlanmasıdır. Adaletin; Kuran-ı Kerim’de ki tarifi her şeyi yerli yerine oturtmak demektir. Adaletin tesis edilebilmesinin, her şeyin yerli yerine oturtulabilmesinin tek şartı vardır. Büyük varlık zincirini kaybetmemek.

Büyük varlık zinciri ne demek?

Bir yaratıcı tasavvuruna, fikrine; kâinat, âlem ve insan tasavvuruna sahip olacaksınız. Hiyerarşi bozulursa insan tanrının yerine kendini yerleştirmeye kalkışırsa orada hiçbir zaman hiçbir şeyi yerli yerine oturtamazsınız. Baştan zaten adaletsiz bir dünya kurarsınız. Orada adalet sistemi tesis edemezsiniz. Bu mümkün değildir.

Yaşayan en büyük düşünürlerden, bütün ezberleri alt-üst eden bir kitap olan Etik kitabının yazarı Alen Baiyon kitabında der ki; “İnsan hakları söylemi ahlaksızlığın” dibidir.

Batılılar insan hakları, demokrasi, özgürlük diye bağırıp duruyor değil mi? Şu soruyu sormuyor insanlar. Batılılar dünyanın neresine özgürlük götürdüğünü birisi çıkıp anlatsın. Sadece bir yer göstersin.


Kendi özgür mü, özgürlük getirsin?

Böyle temel bir mesele var zaten. Hak, hukuk, hakikat, adalet; büyük varlık zincirinin, varlıklar mertebesinin yerle bir olduğu bir yer, gerçek ve ontolojik anlamda alt-üst olmuş demektir. Orada adalet sistemini kuramazsınız. Güçlülerin sistemini kurarsınız. Zaten yapılan da budur.

İnsan hak ve hukuklarından bahsediyorlar ama uyguladıkları şey tam da güçlüler hukukudur. Bunu herkes biliyor. Batı uygarlığı yer yüzündeki hakimiyetini; silah ve medyaya, iknaya yani reklama borçludur. Hakikatin olmadığı yerde adalet olmaz. İlk önce hakikat olacak. Hakikat hakkın hukukunu dolayısıyla mahlukun, yaratılanın hukukunu garanti altına alan bir şeydir. Hakkın olmadığı yerde hukuk tesis edilemez.

Savaş Hukuku hakkında ne düşünüyorsunuz? Yapılan savaşların bir hukuku var mı?

Savaş hukukuna baktığımızda; Peygamber Efendimiz, kendi yurdundan uzaklaştırıldı. Mekke’ye geri dönerken ne yaptı? Kimsenin burnu kanamayacak dedi.

Haçlılar Kudüs’e girince ne yaptı? Bütün Hristiyan, Yahudileri ve Müslümanları katlettiler. Selahaddin Eyyubi ne yaptı? Kimsenin burnu kanamayacak dedi. Bakın intikam duygusu yok.

Endülüs’ten Müslümanları sürdüklerinde ne yaptılar? Hristiyan olmayanı yakarız dediler. Fatih 1463’te Bosna’yı fethettiğinde Hristiyan’a, Yahudi’ye dokunanı yakarım dedi. Günümüze dönüp baktığımızda; Bosna’da yaşanan rezaleti gördük. Rezalet ifadesi çok hafif kalır. Buna rağmen Aliya, kadınlara, çocuklara, sivillere dokunmayacaksınız dedi. Yok olacaksınız ama yine de hakikatten, adaletten asla vazgeçmeyeceksiniz. Bu böyle Batılılardan beklenecek kadar basit bir şey değil.

Gerek dünyada gerek Türkiye de sosyo-kültürel iktidarı kim yönetiyor?

Modernlikle birlikte Rönesans ve reform üzerine şekillenen aydınlanma dönemleri, düşünce, siyasi, iktisadi devrimler batıdan çekildi. Bugün son iki yüz, üç yüz yıldır bütün dünyanın kullandığı kavramları ve kurumları batı üretiyor. Dolayısıyla batı yönetiyor.

Peki mesela Çin, Hindistan, Müslümanlar neden üretemiyor?

Bu sorunun tek cevabı var. Bu cevabı herkes atlıyor. Batılılar başka dinlere, dillere, kültürlere, medeniyetlere hayat hakkı tanımadılar. Bütün medeniyetlerin, kültürlerin, dinlerin kökünü kazıdılar. Bunu unutmamak lazım. Bunu göz ardı edersek hiçbir şey anlayamayız. Dünyanın sorunu bu. Farklı dinlerle, medeniyetlerle, kültürlerle nasıl bir arada yaşanabileceğinin tecrübesini bilmiyorlar. Böyle bir tecrübeye sahip değiller. Buna sadece biz sahibiz. Osmanlı bu açıdan taahhütte “KEMAL” noktasıdır. Medine’den süt emmiştir dolayısıyla o model küresel açıdan da uygulanmıştır. Osmanlı üç sütun dikmiştir.

Nedir o sütunlar?

1- Darül islam

2- Darüsselam

3- Darül insan insanlık yolu

Darül islam’ın olmadığı yerde Darüsselam kurulamaz. Dünyada emaneti Müslümanlar üstlendi.

Allah-u Tealâ’nın bütün insanlara teklif ettiği, emaneti üstlendiği bilincinde olan kişiye mümin diyoruz. Bu mümin kişiler aynı zamanda yeryüzünde emniyeti teminat altına aldı. Ne zaman ki Müslümanlar hâkim oldu o zaman Fas’tan Malezya’ya kadar dünya gün yüzü gördü.

Ne zamanki Müslümanlar dünya üzerinde hakimiyet kurdular, o zaman bütün diller, dinler, kültürler, medeniyetler yaşadı. Osmanlı bütün medeniyetlerden beslendi. Bütün medeniyetlerin üzerine oturdu. Beslendiği gibi hepsini de besledi. Batılılar gibi hepsinin kökünü kazımadı, hiçbirini fosilleştirmeye kalkışmadı.

Bundan korktukları için bütün güçleri ile üzerimize geliyorlar. Çünkü biliyorlar ki biz gelince onlar gidecek. Mesela; Afrin’de ne yaptık? Bizim girdiğimizde onların gideceğini gösteren basit bir şey. Biz iki ayda Afrin’e girdik. İki saatte de, iki günde de girebilirdik. Ama zarar vermemek adına doğru zamanı bekledik. Girdiğimiz gibi “Afrin Afrinlilerindir.” diye bildirimler dağıttık bu çok önemli bir şey. Sivillere zarar vermeyeceğiz. Sivillere zarar vermemek için bunun çilesini çekeceğiz dedik ve iki ay bunun çilesini çektik. Bu, İngilizleri, Almanları, Amerikalıları, Rusları çıldırttı. Çünkü onlar girdiği zaman kan gövdeyi götürecek hiç kimsenin gözünün yaşına bakmayacaklar. O yüzden biz gelince onlar defolup gidecekler. Bizden korkmalarının temel nedeni bu.

Ben ezber konuşan biri değilim ezberleri bozan biriyim. Batı sevdalıları bunları söylediğimde pek hoşlanmıyorlar. Batılılara karşı kör kötük ezbere cümle kuracak birisi değilim. Ama ben batılılardan alacağım her şeyi alacağım. Onlar bizden nasıl aldıysa bizden onlardan alacağımız ne varsa alacağız. İnsanlığın geleceğini şekillendirecek şey İslam’dır. Tarihimizin en büyük tarih felsefecisi Arnold Toynbee; ‘Osmanlı insanlığın geleceğidir’ diye boşuna dememiştir. Osmanlı İslam medeniyetinin en son kavramlarını geliştirmiştir. Osmanlı insanlığın geleceğidir demek, İslam insanlığın geleceğidir demektir.

İslam dünyası tarihin 200 yıldır en zorlu dönemini yaşamasına; işgaller, kan, göz yaşı alıp başını gitmesine rağmen İslamafobi diye bir şey var. Batılılar İslam’dan korkup İslam nefreti üretiyorlar. Ama önümüzde ki 25 ila 30 yıl içinde Amerikalıların yayınladıkları bütün raporlarda Çin dünyanın en büyük gücü olacak, gelecek deyip neden Çinofobi bir Çin fobisi geliştirmiyorlar?

Çünkü Çin bitti. Çin kapitalistleşti. Yeni bir medeniyet fikri, yeni bir dünya tasavvuru sunamadığı sürece bunların geldiğinden söz edemeyiz. Tam tersine batılı modeller üzerinden dolayısıyla kapitalizmin pekişmesinden, kendini yenileyememesinden bahsedeceğiz.

Buna başka dünyaların, kültürlerin, medeniyetlerin, ülkelerin gelişi diyemeyiz. Ancak gelemeyişi diyebiliriz. Çin uyutuluyor ve uyutulacak ama İslam dünyasını teslim almış olmalarına rağmen İslam’ı teslim alamadılar. İslam’ı dönüştüremediler. İslam’ın kaynaklarıyla Müslümanların ilişkilerini bitiremediler. İslam’ı fosilleştiremediler. Afrika kültürlerini, Budizm’i, Hinduizm’i, Latin Amerika’yı yok etiler ama İslam’ı fosilleştiremediler. Yok edemediler ve Nato genel sekreteri Willy Claes 1991 ‘de cümleyi kurdu “Küresel sistemin önünde ki en büyük tehdit İslam’dır.”


25-30 yıldır yaşadığımız bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?

Küresel güçler İslam ile savaşıyor bunu bilmemiz lazım. İslam’a karşı İslamla savaşıyorlar. Yani Müslümanları birbirine düşürmek , insanların İslam ile ilişkilerini problemli hale getirmek, Peygambersiz İslam, mezhepsiz İslam icat etmek istiyorlar. Bu mezhepler nereden çıktı diye söylemler arttı. Bunlar önemli şeyler.

Sen mezhepleri kaldırdığında, peygamberi, sünneti, hadisleri devre dışı bıraktığında ortada din kalmaz ki. Mezhep dediğiniz şey değişkenlerin sabitelerin ışığında yorumlaması çağıdır. Dünyanın yeniden insanca hayata kavuşmasının yolu sabitelerin korunmasından geçer. Sabiteleri biz neyle koruyacağız. Biz mezheplerle koruyacağız.

Mezhepleri doğru okuyabiliyor muyuz?

Okuyamıyoruz. Okuyanların beyinlerini yıkıyorlar. Özellikle bazı proje tipli çıkarımlar, bazı tv kanalları, bunlara ayrılmış durumda. Onlar beyin yıkama görevi yapıyor.

İnsan üzülüyor. Tanımadığınız bir çağı, bir dünyayı değiştirme iddiasında bulunamazsınız. Nasıl değiştireceksiniz. Ancak tanırsanız tanımlamaya başlarsınız. Biz içinde yaşadığımız çağı tanımadığımız için tanımlayamıyoruz.

İslam’ı Batı’dan aldıkları kavramlara, bakış açılarına, perspektiflere göre tanımlamaya kalkışıyorlar. Zihinleri çağdaş hurafeler çöplüğüne dönüşmüş durumda, farkında değiller. Dini hurafelerden temizleyeceğim diyor. Ben de diyorum ki hurafe sensin. Sen içinde yaşadığın çağı tanıyamadığın için tanımlandın.

Batıda yaşanan protestanlaşma peygambersiz islam projesidir. Peygambersiz İslam diye bir proje var. Televizyon hocaları düz mantık gidiyor. Kaynağa bak, sadece kuran yeter diyor. Düz mantıkla olacak iş değil.

Bu tür saldırılara karşı ehli sünneti korumaya çalışan hocalar da çağı tanımadıkları için doğru düzgün cevap veremiyorlar. Ezbere konuşuyorlar. Her şeye rağmen İslam’ın kaynakları çok sağlam.

Bizim kaynaklarla ilişki kurmakta sorunumuz var. Çünkü bağımsız değiliz, eğitim sisteminden yoksunuz. Hala berbat popüler seküler laik bir eğitim sistemimiz var. Bu Müslüman topluma dayatılıyor.



Batıda ki her hangi bir ülkeye gidip İslami bir eğitim modeli dayatsam nasıl olur. İnsanlar anlamıyorlar. Felsefe okutuyorlar, baştan sona batı felsefesi .

En büyük sorunumuz eğitim sorunu. Berbat durumdayız. En acısı da meselenin ne olduğunu da bilmiyoruz. Hem dünyayı, hem de batıyı, hatta bütün medeniyetleri iyi tanıyacak ve elbette İslam’ı tanıyacak öncü kuşağa ihtiyacımız var.

Pergel Metodu gibi. Pergelin sabit bacağı İslam’a basacak, hem de muhkem bir şekilde sabitelere basacak, pergelin hareketli ayağı ise bütün dünyaya açılacak. Bütün kültürlere bütün medeniyetlere açılacak. Hikaye bu. Biz bunu yapacağız.

Batı dünya üzerinde hakim, ama batı uygarlığı bitti. Felsefe, estetik, ahlak olarak bitti. İnsanlara vereceği bir şey yok. Yüz sene önce bitti. Bunu Nietzche bize söyledi. Avrupa uygarlığı ölüler evini andırıyor.

Son olarak toparlayacak olursak neler söylersiniz?

Batı, 19. yüzyılda Avrupa uygarlığının zirvesinde oturuyordu. Virüs bütün vücudu kaplamak üzere dedi. Böyle giderse önümüzdeki iki asır içinde insanlığı çok büyük bir felaket bekliyor dedi. İki asır sürdü mü, sürmedi. Batılıların dünya üzerinde kurduğu hakimiyet teknolojik, askeri, silaha, güce, kaosa dayalı bir hakimiyet. Buna çağımızı en iyi anlayan düşünür Jean Baudrilard “Yeni barbarların gelişi” dedi. Yeni barbarlık biçimi, sadece gücünü kullanıyor. İnsanlara verebileceği bir şey yok. Sadece güç. Yakıp yıkıyorlar başka hiçbir şey yok. Sadece gücün hakim ve haklı olduğu bir dünya kurdular. Bu tam Darwiniyen bir düzendir.

Bazen insanlar çok fazla batılı kavramlar kullanıyor, diyor benim için. Ne dediğimin farkındayım. Başkalarının kavramları ile kendi dünyanızı kuramazsınız. Onların neyi, niçin, nasıl, neden dediğini bilirseniz, kendinize uyarlarsanız kurulmuş olan tuzağı daha net görürsünüz. Onlar bizi her yönüyle bilip araştırıyorsa, benim de onları, düşünürlerini bilip araştırmam onların dilinden konuşmam gerekiyor. Ezber konuşmuyorum ezberleri bozuyorum.

Vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.

Keyif aldım ben teşekkür ederim

Aynur KARABULUT / 2018

942 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page