Aynur Karabulut
Sistemli bir şekilde sömürüldük...
Bugün çok özel bir müzisyen, akademisyen ve aktivist büyüğümüzle bir aile ortamı sıcaklığında çok keyifli bir söyleşi yaptık. Gençlere; “Kendime tavsiyem neyse onlara da tavsiyem o. Kitapla olan bağlarını diri tutsunlar. İnsanlığın ulu önderini, onun izlerini takip etsinler. Hz Peygamber Aleyhisselam'ın ahlakını hayatlarında yegane örneklik olarak önlerine koysunlar.” Şeklinde önceleyen kıymetli sanatçımız, ağabeyimiz sayın Ömer Karaoğlu’ndan heybemize payımıza düşeni aldık. Sizin de keyifle payınıza düşeni alacağınız bir söyleşi olduğuna inanıyoruz….

Müzik yolculuğunuz nasıl başladı?1980 li yılların ilk evreleriydi, o dönemlerde doğrudan kendimize ait amatör bestelerimiz, sözlerimiz vardı. 1985 yılında Hicret isimli bir kaset tiyatrosu ile başladık, Hz. Peygamber (A.S) ‘in hicretini konu alan çalışmada biz eserlerimizle, müziğimizle birkaç besteyle katkıda bulunmuştuk. Ondan sonra konuya özel bestelediğimiz, İslam tarihini anlatan radyo oyunlarında, konuya özel yeni bestelerle icra etmeye devam ettik. İlerleyen yıllarda salt müzik albümleri süreci başladı. Onlarca proje arasında yapılmış bestelerin bir araya getirildiği, yeniden seslendirdiğimiz müzik albümleri ortaya çıktı. Yani aslında arkamızdan itildik demek daha doğru. Tasarlanmış, planlanmış bir yolculuk değildi.

Akademisyen, Aktivist, Müzisyen gibi çok yönlü bir hayatınız var. Bu bağlamda hayat yolculuğunuzu ele aldığınızda sizi nasıl etkiliyor? Yorucu oluyor mu?Sizin de altını çizdiğiniz o meşguliyetler birbirini tamamlayan, besleyen uğraşlar. Yani müzik hayatımız bir tarafta, akademik hayatımız bir yerde, aile hayatımız bir yerde değil hepsi birbiriyle bağlantılı ve iç içe. Hayatı böyle kompartımanlara ayırmak çokta doğru değil bence. Dolayısıyla akademide daraldığımızda sahneye çıkıyoruz, stüdyoya giriyoruz bir parça ile derdimizi ifade ediyoruz. Böyle yaklaştığım için hem sanat yolculuğumuzu hem de akademideki mücadeleci sürecimizi, bu ümmetin bir ferdi olarak kendi hikayemizin bir parçası olarak görüyorum. Birbirinden ayırmadan hikayemi yolculuğumun içerisinde bir bütün olarak yaşıyorum.Fikirle, ilimle ve sanatla olan ilişki biçimimiz, her birimizin aslında zaten birbiriyle komşu, birbiriyle içli dışlı, birbirini besleyen alanlar. Sanat yolculuğunda; nereden yola çıkıyorum, nereden yol alıyorum, neredeyim ve yarın nereye doğru yol yürüyeceğim sorularını diğer çalışmalarımıza da tatbik etmemiz mümkün, öyle baktığımızda işte o bütünlüğü-tevhidi sağlıyorsunuz.

Akademik alanda yaptığınız birçok çalışmada İslami iktisadiye de değiniyorsunuz. İslami İktisat derken bundan ne anlamalıyız?İktisat mezunuyum ve iktisat tarihi benim uzmanlık alanım. Bir Müslüman olarak Müslüman toplumların geçmişten bugüne madde hayatı; üretim, bölüşüm, dağıtım ile ilişkisi, bu ilişkiyi hangi düzlemler içerisinde kurması gerektiği soruları da zihnimi kurcalıyordu. İslam iktisadı ve finansı alanında çalışmalar Türkiye'de 1970 ve 1980’lerde bir ivme kazanmıştır sonra ise çalışmaların üzeri küllenmiştir. İslam dünyasındaki hikayesi daha çok eskidir. 1940'lardan sonra İslam ülkelerinin “bağımsızlıklarını kazanmaya başladığı” süreçte; Müslüman ülkeler 1950’lerden sonra, “acaba bize Batı dünyasından ve kapitalist ilişki alanından, sistemden farklı bir yöne evrilmemize olanak sağlayacak daha Müslümanca bir toplumsal hayat, bireysel hayat inşa edebilir miyiz?” Kaygısı ile başlamış bu çalışmalar. 1950-1960’lar arasında bu işin ilkleri bu alanda çalışan önemli ilim adamları vardı. Daha çok Pakistan havzası bu konuda üretkendi.

1970'lerde özellikle Körfez ülkeleri çevresinde bizim “faizsiz finans kurumları” diye adlandırdığımız kurumsal girişimler yani banka benzeri, “onların bankası var bizimde olsun fakat bizimkisi İslami olsun” arayışı ile başlamış çalışmalar var. 1980’lerden sonra bizim öğrencilik yıllarımızda bu alanla ilgili ister istemez merak edip okumalar yaptık. Türkiye'de özellikle Mevdudi gibi isimlerin önümüzü açmasıyla; İslam'ın faize ve faizli bir sisteme bakışı, ona alternatif neler söylediği, İslam ve Ticaret ilişkisi gibi konulara kafa yormaya, bu alanda literatür üretmeye başladık. Rahmetli Sebahattin Zaim Hoca Türkiye'de önemli bir isimdi ve onun çalışmaları vardı. Yine Ahmet Davutoğlu hocamızın benzer çalışmaları vardı ama sayıları bir elin parmakları kadardı. Daha çok tercüme ağırlıklı çalışmalar bulunuyordu. 1990'lardan sonra Türkiye üzerinde Müslümanların farklı bir evre yaşadığı, duyarlılıklarının nispeten bu meselelere yoğunlaştırmaktan ziyade siyasal İhtilal mücadelesinde yorulduğu dönemleri yaşadık. Fikren, zihnen çok da sükunetli bir devrimiz olmadı maalesef. Son 10 yılda da siyasal iktidarın da, mevcut hükümetin de teşvikleriyle bu alanda yeni yeni akademi çalışmalarda yoğunlaştık. Ben İslam İktisat tarihi literatürüne eğildim, halen İslam Üniversitesi'nde de böyle bir idari görevim var. Müslümanca bir iktisadi Hayat kurabilir miyiz? İnşa edebilir miyiz? Mevcut küresel sistemi değiştirip dönüştürebilir miyiz? Bu İddialar önemli ve değerli bence. Hala zihin planlarını korumakla beraber pratikte işimiz çok kolay değildir. Yani daha net olabilmesi için üretmemiz, tüketmemiz, dağıtım, bölüşüm biçimimiz yani bizim mali serveti, maddi imkanı; nereden ve nasıl kazandığımız, bugün nasıl ve nereye harcayacağımız bütün bunlarla ilgili vahyin bize koyduğu çok temel ilkeler ve sınırlar vardır. Somut bir örnek verecek olursak Ramazan ayındayız, bütün bir gün aç ve susuz duruyoruz, Müslüman olarak içselleştirmeye çalışıyoruz bu durumu ama iftar saati ezan okunduğunda bütün bir alan israfa dönüşüyor, ölçüsüz bir tüketim oluşuyor. Sanki gündüz oruç tutan biz değilmişiz gibi yani çok enteresan bir şey oluyor.

Yazdığınız ve seslendirdiğiniz eserler, hitap ettiğiniz kitleyi peşinden sürüklüyor. Bu eserleri yazarken ilham kaynağınızı nereden alıyorsunuz veya seslendirdiğiniz eserleri neye göre seçiyorsunuz?Bu tamamen hâletiruhiyeye göre şekilleniyor. Yaşadığımız zaman, mekan ile ilgili olabiliyor. Bu mekan ve zamanın bizim duygu resmimizi de ruh dünyamızda oluşturduğu kesitlerle ilgili bir olgu olduğunu düşünüyorum. Tabi işin bu tarafı öznel, yani kişiye mahsus, her bir sanatçının kendi dünyası var, orada yoğurduğu harmanladığı bir şeyler vardır. Bu bazen hüzünle, bazen coşkuyla, bazen bir iddia ile bazen de çok sükunetle geçirilen zamanlarda ortaya çıkıyor.Bu cemiyetin Müslüman bir ferdiyiz. Öyle ya da böyle bizim duyarlılıklarımızı belirleyen şeyler ve diğer Müslümanların duyarlılıklarını belirleyen şeyler de aynı diye düşünüyorum. Çünkü Müslümanlar aynı pencereden bakarlar. Hassasiyetleri bir olur. Bazen gördüğünüz bir resim, bir televizyon haberi, bir gazete haberi, bazen sokakta gördüğümüz bir manzara sizin bir eserinize şekil verebiliyor, vücut olabiliyor. Onun da bir standardı bizde yoktur.

Müziğinizle toplumsal meselelere bir tepki mi gösteriyorsunuz yoksa Salt İslami müzik mi yapıyorsunuz?İslami müzik söylemini ben biraz sorunlu buluyorum. Ben Müslümanın yaptığı her işin Allah'ın hududunu, Peygamberimizin öğrettiği sınırlar dahilinde geniş evreni olduğunu düşünüyorum dolayısıyla nasıl karpuzun İslamisi olmazsa müziğinde İslamisi bu anlamda olmaz. Yani helal dairesinde yapabildiğimiz güzel işler, söyleyebildiğimiz güzel sözler, yapabildiğimiz güzel sanat eserleri bu müzikten ibaret değil. Evet müslümanca bir varoluş ama onu “İslami” ön sıfatıyla desteklemek, aslında yaptığınız beşer bir ürüne, bir işe adeta vahyin teminatını vermek olur ki bu haddimiz değil. O açıdan İslami müzik, İslami sinema, İslami sanat diye “İslami”sıfat ile başlayan bu tamlamaları ben çok sağlıklı-doğru bulmuyorum.Her işimiz nasıl Müslümanca olacaksa müziğimizde Müslümanca olmalı. İnsani, fıtri olan her şey İslamidir. Esasında müziğinde insanın fıtratına dokunan bir tarafı var. Güzel sesin, ahengin tabiatında, evreninde var oluşunda bir kıymeti vardır. Dolayısıyla güzel sesler güzel sözlerle buluştuğunda şu an yaptığımız iş ortaya çıkıyor. Onun adına illaki İslami dediğinizde, bu kez Ahmed'in, Mehmed'in yaptığı işinde İslami değil gayri islami olduğu iddiası oluşur. Bunların İslamimiliğini hangi kriterlerle nasıl ölçebiliriz. Yapılan hatalar ve kusurlar nereye yazılmış olacak. Yani İslam'a mı mal edeceğiz.

Müspet, dindar kesim için yapılan sanat çalışmalarını yeterli buluyor musunuz?Seksenlerde başlayan bu özgün hikaye bizimle beraber birkaç arkadaşın da katkı vermesiyle pek çok eser verdi. Yüzlerce belki binlerce eser verdi. Bu özel ve güzel bir hikayeydi. Ama bu hikayenin grafiği arzu edilen düzeyde yükselmedi. Özeleştiri yapmak gerekirse bunu da sadece ilgili sanatçılar, yorumcularla kısıtlı bir cevabı yok, onlarla sınırlı değil. Çünkü müziğin gelişim sağlayabilmesi biraz da sanatçının da dışında; ortamla, onun taşıyıcı, paylaşıcı unsurlarıyla hatta bir yerde belki maddi unsurlarla desteklenmesi gerekiyor. Bu işin medya ayağı çok önemli, tanıtımı, duyurulması, iletişimi bu alana yapılacak yatırımlar. Müslümanların yapması gereken yatırımlar pek çok sanat alanında olduğu gibi bu sahada da maalesef yetersiz kaldı bunu söyleyebiliriz. İlginç olan Türkiye'nin son 15 yılda içinden geçtiği politik süreçlerinde bu sanat üretimlerini olumsuz etkilediğini de söyleyebiliriz. Müslümanlar politik olarak bir yükseliş trendi yaşadılar, kamusal alanda daha görünür oldular, siyasal iktidarlar da daha fazla pay aldılar oysa sanatları niye böyle oldu? Sorusu akla gelebilir. Demek ki bu konuştuğumuz mesele iktidar olmak veya muhalif olmak ile ilgili bir şey değil. Aslında darlıkta da, varlıkta da, yoklukta da bu ilkeleri, bu hassasiyetleri koruyabilmek meselesi bu mesele.Bir diğer özeleştirim, özgün üretimin yeterince artmadığını söyleyebilirim. Birbirini tekrar eden dahası çabuk beğenilen ucuz üretimlere çok prim verdik, dolayısıyla sanatsal ve estetik grafik çok da yükselemedi.

Müslüman coğrafyada yaşanan zulüm ve yoksulluğu nasıl değerlendiriyorsunuz?Müslüman coğrafyanın özellikle bilinçli küresel sistem tarafından yoksullaştırıldığını ve bu mazlumiyetin sebebinin dış taarruzlar, zulümler olduğunu biliyoruz. Madem mazlumiyet var o zaman zalim var demektir. İslam coğrafyasını kendi haline bırakmadı bu küresel zulüm şebekesi. Özellikle son 250-300 yıldır Osmanlı'nın çözülmesi ile beraber çok daha ciddi, derin sancılar, sıkıntılar yaşandı. Bu zorbalığa, bu zulme, bu işgallere hala hoyratça devam ediyorlar. Hukuk, adalet ve benzeri ahlaki kaygılardan son derece uzak bir biçimde, gücün egemenliği üzerine kurulu haydutluk düzenlerini dünyaya yaşatıyorlar. Müslüman coğrafyanın; siyasal iktidarlarından başlayarak, kendi hallerine, kendi aslına rücu etmesini sistematik bir şekilde engelleyen çalışmalar içerisindeler. Bizim ülkemizde bu şekilde içeriden dışarıdan benzer saldırılara, operasyonlara maruz kalıyor. İslam coğrafyasının yoksulluğunu tarihsel ve belki yapısal sebepleri, dinamikleri illaki vardır. Sistemli bir şekilde sömürüldük.

Bu zulümlerin, baskıların ağırlığı altında İslam ülkelerinin halkları ezildiler, kendilerine hala gelemediler. Ama bunu genellikle açık işgaller şeklinde yapmadılar. Yerli işbirlikçiler üzerinden sürdürdüler. Genellikle İslam dünyasını idare eden siyasette, iktidar mevkiinde bulunan insanlar, siyasal yönetimi ellerinde bulunduran insanlar, hiçbir zaman o halkın insanları olmadılar. Onlar yerli işbirlikçi acenta gibi çalıştılar. Batı ile kurdukları ilişki hep bu oldu. Sermaye çevreleri ile küresel sistemi çalıştıran, işleten ve bundan ciddi rantlar, faydalar elde eden, hassasiyetlerini bu zulüm çarkın dönmesine bağlayan küresel güçlerle sürekli işbirliği halinde oldular. Bu bizim şu anda çok aşabildiğimiz bir sorun değil, bununla yüzleşiyoruz. Bizde Türkiye üzerinde bu sancıları yaşamaya devam ediyoruz ama bizden daha vahim durumda olanlar var. Hemen yanı başımızda yakın zamanda Suriye hadisesinde olduğu gibi. Ama bu devran böyle gitmeyecek. Bizim tez elden bunun idrakine varmamız lazım. Yeterince kandırılıp, aldatıldık. Bundan böyle aldatıldık dememiz daha sistemli, daha bilinçli, daha dikkatli davranmamız lazım. Bizi biz yapan değerlere de, dinamikleri de sahip çıkmamız gerekiyor. Birliğimizin, dirliğimizin bozulması demek, saldırıya açık hale gelmemiz demektir. İslam ülkeleri bunu çok acı tecrübe ettiler maalesef.

Mavi Marmara Gemisi ilgili çok şey yazılıp çiziliyor. Bugünün şartlarında şu anda konuşulanlarla Mavi Marmara gemisinde bulunan birisi olarak bu konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz?Mavi Marmara’yı bugün gördüğümüz tablodan geriye doğru okursak siyonist İsrail'in kendisini şımartan o malum Amerika Birleşik Devletleri başta olmak üzere Batı blokunun bir çete Devleti'ne nasıl dönüştürdüğünü, bunu da neredeyse bir asra yakın zamandır nasıl yürüttüğünü, nasıl planlarla yürüttüğünü görürüz. Filistin haritası hepimizin malumudur. Gazze şeridin de hala biz o gemiyi çıkardığımız günden bu yana değişen çok fazla bir şey yok. Gazze bölgesi açık bir hapishane şeklinde yaşamını sürdürmeye devam ediyor. Ciddi bir abluka altında. Bu gemi iyi niyetli bir girişim olarak aslında dünyanın dikkatini bu noktaya çekmek üzere yapılmış bir hareketti. Tek hareket değil ama en organize, en örgütlü hareket olduğu için bence de dikkate değerdi, önemliydi, değerliydi. Biz on canımızı şehit verdik ama Filistin her gün onlarca şehitler veriyor. O gemi bence güncelliğini hala koruyor. Bugün de bu çabaların yoğunlaştırılması gerekiyor. Mevcut dünyanın hukuk sistemini, dünyanın gözü önünde hala bu işgallerle bu zulümlerle devam ettiriyor. Bu şekilde hala devam ediyorsa burada şu teşhisi koymamız lazım; BM den başlamak üzere, mevcut küresel kuruluşların aslında bu dertlere derman olmak üzere tesis edilmediğini anlıyoruz. O halde bizim bu ülkelerin dinamiklerinden ayağa kalkan yeni yapılar, kurumlar, ilişkiler ağı yapılandırmamız lazım yani daha etkili bir söyleyişle daha örgütlü bir mücadele içinde olmamız gerekmektedir. Yoksa gavurdan merhamet dilenmenin herhalde çare olmadığını yaşadıklarımız bize yeterince öğretmiş olmalı. Mavi Marmara o açıdan Bence de kıymetli bir girişimde hala hukuksal olarak mesele sonuçlanmış değil. Türkiye-İsrail ilişkileri açısından da çok gelgitli dönemler yaşadık. Ben siyasal iktidarların bu konudaki tutumlarını da çok isabetli, tutarlı bulmadığımı belirtmek isterim.

Türkiye'nin Suriye politikası hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?Suriye politikaları konusunda bir pozisyon, tutum alış ile ilgili olarak elbette politika açısından, strateji anlamında değişik hamleler yapılabilirdi. İlk andan itibaren benim kanaatim bütün bir Suriye ile ilgili çok derinlikli, çok sağlıklı bir bilgi temelinden, zemininden beslenmiş stratejiler üretilemedi. Ama pozisyon almaktan kastımız şu ise; Türkiye uluslararası ilişkilerini reel politik diye adlandırdığı tutumun dışında, ezber bozucu, hakkaniyete dayalı, ahlaki ilkeler temelinde bir tavır aldı ki bu tavır dün de doğruydu bugün de doğru. Zalim bir yönetici uyarıldı, ikaz edildi ama ona rağmen direndi ve kendi halkına ilk silahı sıkan oydu. İnsanlar; Türkiye'den hükümet olarak o zamanın başbakanı üzerinden adalet, hukuk talep ettiler. Aslında bir seçim talep ettiler. Bu noktada olumlu bir adım atması için ikna etmeye çalışıldı. Ahmet Davutoğlu çok uğraştı fakat ısrarla, çetin bir tavır içerisine girildi. Arap baharı diye başlayan ve sonra kışa dönüşen süreci de çok doğru okuyamadık. Şimdi bunu rahatlıkla söyleyebiliyoruz. O günler de hepimizi, bütün İslam coğrafyasını heyecanlandıran bir harekete dönüştü. Oldukça da isabetli bir hareket, bir girişimdi ama bölgelere sirayet ettiğinde her bölgenin denklemi farklıydı. Yani bir Irak Saddam ı ile bir Libya Kaddafi sini ve diğer bölgeleri de ayrı ayrı ele almak gerekiyordu. Demokratik seçimler sürekli islamcıların lehine sonuçlanınca Arap baharını kışa çevirmek için harekete geçtiler. Mısır da Mursi olayı bunun çok çarpıcı, tipik, hazin, trajik bir örneğidir. Kaçıncı senesi hala zindanda onun gibi pek çok İhvan üyesi Müslüman orada bu zulümleri yaşıyor. Bu bir kayıp mıdır? Benim uluslararası ilişkiler reel politika temelinde açıklanmayacak bir yaklaşımım var. Ben kayıpların ve kazançların doğrudan dünya merkezli nitelenmesini, tanımlanmasını çok doğru bulmuyorum. Neyin kayıp neyin kazanç olduğunu Allah bize gösterecek.

Yani kaybeden iktidarda olanlar mıdır? Yoksa Zindanda olanlar mıdır? Bunu zaman gösterecek.Sizce Özgürlük nedir?Özgürlük eğer gerçekten yeryüzündeki varlık nedeninizle ilişkilendirebilirseniz; ki Müslüman öyle ilişkilendirir yalnız ve yalnız Allah'a kulluğu idrak ettiğinizde özgürlüğü tadabilirsiniz. Aksi halde Allah'a kulluğu reddedenin pek çok şeye köle olması çok mümkün ve kolaydır. Sözde özgür olduğunu iddia eden, özgürleşme talebinde bulunan pek çok insanı, başta arzuları, tutkuları, hevesleri olmak üzere pek çok şeyin kulu ve kölesi haline geldiğini görüyoruz. Ben yaratılmış olduğuma iman ediyorum. Müslümanlar böyle iman ediyorlar ve dolayısıyla Allah'ın bizi yarattığına iman ettikten sonra bizim özgürlük alanımız onun çizdiği hudutlar dahilindedir. Onun çizdiği sınırları ihlal etmenin adı özgürlük olamaz. Bu belki kulağı okşayan, Batı merkezli, felsefi doktrinlerden yola çıkarsak, insanın belki nefsine, hevasına hoş gelen, iyi tanımlayan sihirli bir kelime. Oysaki tam da bu nedenle içerisinde sizi pek çok köleliğe sevk edebilecek tuzaklarla doludur. Cazibeli bir kelimedir. Şeytanın sihirli aletlerinden biri diyebiliriz diye düşünüyorum. Çünkü şeytan insanları bunlarla ayartıyor.

GENÇLERDEN SORULAR….Eşiniz ile nasıl evlendiğinizi bizimle paylaşırsanız seviniriz?Zeynep Hanım'ın rahmetli babası Ahmet Sarıoğlu Hoca benim de hocamdı. İyi bir alimdi. Allah rahmet eylesin özel bir insandı. Pek çok insanın hayatına dokunmuş, vesile olmuş iyi Müslüman, mütevazi biriydi. Bizim aile zaten tanışıklığı vardı. Babası vefat ettiği yıllardan sonra tanış olduğumuz bir ailenin kızı olarak ben sevdim ve evlendim. Gördüğümden çok kısa bir süre sonra teklifimi ilettim, düşünmesi için birkaç gün süre verdim. Kayınvalidem de sağ olsun bir anne gibi, bir evladı gibi severdi beni. Aileden bir parçaydım ve çok zor olmadı. Zaten aynı mahallede, aynı caminin çevresinde aynı muhitte büyüdük. Ben ezan okurdum o dinlermiş. Tekrar çıkıp okumam için beklermiş, ben tabi bilmezdim o sıralar. Böyle kesişti yollarımız çok şükür.

Evlatlarınızla aynı sahneyi paylaşmak nasıl bir duygu?Tasarlanmış bir şey değil her ikisi de stüdyo ortamlarında sahne ortamlarında büyüdü. Her ikisi de çok küçük yaşlardan beri enstrüman çalmaya başladılar ve belki de yaptığımız işin müzikal boyutu bir tarafa içeriği onları biraz ayarttı. Bilhassa Büyük oğlum Enes için. Yusuf ise daha küçüktü yaş itibariyle çok uzun sohbetler ettik bu konularda, çok dertleştik o da şimdi koca bir delikanlı oldu. Yusuf biraz daha dışa dönük farklı müzik tarzı olan bir çocuk. Yusuf gitar çalıyor, Enes de yan flüt ve klarnet, nefesli sazlar çalıyor. Her ikisinin de Allah vergisi yetenekleri var ama emekte harcadılar. Enstrümantallere ve müziğe zamanda ayırdılar. Çok çalıştılar. İnşallah Allah istikamet versin, bu kabiliyetlerini bu istikamet üzere istihdam etsinler diyorum. Onlarla birlikte sahnede olurken bir baba olarak ne hissediyorsunuz?Aynı müziği yapıyoruz, beraber dokuyoruz. Ben okuyorum, onlar çalıyorlar ve dolayısıyla aslında herkes birbirine değil de yaptığı işe odaklanıyor. Aslında sahnede başka boyutta oluyoruz, böyle olunca sahnede bir parça “yabancılaşıyorsunuz”. Salt bir şarkı söyleme ve konser icrasından ibaret değil. Bunu dinleyicilerimizde iyi bilirler. Dolayısıyla aynı iklimi biz kendi aramızda da yaşarız.

Gençlere neler tavsiye edersiniz?Kendime tavsiyem neyse onlara da tavsiyem o. Kitapla olan bağlarını diri tutsunlar. İnsanlığın ulu önderini, onun izlerini takip etsinler. Hz Peygamber Aleyhisselam'ın ahlakını hayatlarında yegane örneklik olarak önlerine koysunlar. Mutlaka onu tanımaya ve vahyin izlerini sürmeye çabalasınlar. Kısa bir ömür tüketiliyor, geçiyor gidiyor. Önemli olan ebedi hayata kalıcı eserler bırakabilmek, kalıcı izler bırakabilmek. Kendine namımıza veya içinde yaşadığımız insanlık, cemiyet namına iyilik hareketleri içerisinde olsunlar. İyiliği çoğaltsınlar. Büyük mega söylemlere tav olmasınlar çünkü şu an mevcut aktüel, popüler rüzgarlar bizi belli isimlerin peşinden koşturuyor, belli hareketlerin ya da tabela organizasyonlarının peşinden koşturuyor. Oysa biz burnumuzun dibindeki küçük güzellikleri görmüyoruz. Onları çoğaltmaya, o hali yaşamaya çalışsınlar. RÖPORTAJ / Aynur Karabulut
Haziran 2018