top of page

EMANETİN EMANETİYİM!..

  • Yazarın fotoğrafı: Aynur Karabulut
    Aynur Karabulut
  • 26 Tem
  • 9 dakikada okunur
ree

İLHAM VEREN PORTRELER

Bazı kadınlar vardır; isimlerini bilmeseniz de bir yerlerde onların dokunduğu hayatları fark edersiniz. Çünkü onlar geçtikleri yerlere iz bırakırlar. Nazlıhan Günaydın da onlardan biri. Göçle başlayan, mücadeleyle yoğrulan, aşkla genişleyen bir hayat… Onun hikâyesi bir kadının değil, bir yüreğin, bir davanın sesi.

Belçika’da doğmuş olabilir. Ama kalbi Mostar Köprüsü’nün gölgesinde, yüreği Bosnalı bir çocuğun gözlerinde çarpar. Gelin Nazlıhan Günaydın ile tanışalım…

“Nazlıhan Günaydın kimdir?” sorusunu klasik biyografi kalıplarının dışına çıkarak cevaplar mısınız?

Nazlıhan, 1985 yılında Belçika’da Giresunlu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Ailemiz 60 yıl önce Belçika’ya madende çalışmak için göç etti. Dedem, sonra babam ve nihayetinde bizim hikayemiz de orada şekillendi. Ama benim için nerede doğduğundan çok, yüreğinin nereye ait olduğu önemliydi. Bu yüzden kendimi hep “Kalbim Türkiye’de, ruhum Bosna’da” diye tarif ettim.

Ben kimliğimi sadece bir etikete sığdırmadım. Türk’üm, Müslüman’ım, kadınım, göçmenim... Ama hepsinden önce hayatımı adamış bir insanım. Hayatımın anlamını hizmet etmekte buldum.

Bu adanma duygusu hayatınızda ne zaman başladı? Sizi harekete geçiren bir an var mıydı?

Aslında o duygu hep vardı, ama ilk kez 24 yaşımda fiilen harekete geçti. Belçika’daki Türk kadınlarının hayatları ev ve market arasında sıkışmış bir düzen içindeydi. “Bu hayat daha fazlasını hak ediyor” dedim. Kadınları kabuklarından çıkarmak için turlar düzenlemeye başladım. Bu, aslında bir gezi değil; bir uyanıştı. Kendilerine güvenen, korkmadan yola çıkabilen kadınların çıktığı bir yolculuktu bu. Bugün Avrupa’nın dört bir yanında kendi arkadaş grubuyla seyahat eden kadınları gördüğümde, içimden hep “tohum tuttu” diyorum.

Kadınlar için kurduğumuz bu hareketlilik sadece dışarı çıkmakla ilgili değildi. Bu, kendi gücünü fark etmekti. Kadınlar ilk defa yargılanma korkusu olmadan, özgürce bir şehirden başka bir şehre geçmenin, yeni kültürler tanımanın tadını çıkarıyordu. Şimdi görüyorum ki, o zaman attığım küçük adımlar bugün meyvesini verdi. Bazıları kendi turlarını düzenliyor, bazıları toplumsal çalışmalara öncülük ediyor. Bu gurur verici.

ree

Kadınlarla başlayan bu yola çıkış daha sonra nasıl büyüdü? Sadece kadınlara yönelik bir çalışma olarak mı kaldı?

Başlangıçta kadınlar benim dert ettiğim kesimdi. Ama zamanla mesele sadece kadın olmadığını fark ettim. Mesele kimlikti, aidiyetti, insanlıktı. Sosyal hizmet uzmanı olarak STK’larla çalıştım, gençlerle, yaşlılarla, mültecilerle projeler yaptım.

Yurt dışında farklı bir kültüre mensupsanız, üzerinize yapışan kalıplarla mücadele etmek zorunda kalırsınız. Başörtülüysem radikal, göçmensem eğitimsiz, Türk’sem milliyetçiyim... Bu kalıplar içinde erimemek için bireysel olarak çok mücadele verdim. İnsanların zihinlerindeki o etiketleri sarsmak istedim. Çünkü ben o kalıba sığmadım. Bu yüzden, "Türk demek bu değildir" demek için elimden geleni yaptım.

Ben topluma adanmış biriyim. Gençliğimi bu yola adadım. Çünkü başka türlü yaşamayı bilmiyorum. Başkalarının uyanışı benim varlık sebebim oldu. Kendimi ne zaman faydalı hissetsem, işte o zaman gerçekten yaşadığımı hissediyorum.

ree

Başörtülü bir kadın olarak Avrupa’da yaşamak nasıl bir deneyim? Bu kimlik size neler yaşattı?

Avrupa’da başörtülü bir kadın olmak çoğu zaman kendinizi anlatma mücadelesine dönüşüyor. Başörtüsü taktığınız anda artık sadece birey değil, bir sembol oluyorsunuz. İnsanlar sizi önce giyiminizle tanımlıyor, sonrasında insanlığınıza gelebiliyor. Bu çok yıpratıcı bir şey. Sürekli bir duvarın ardından sesinizi duyurmaya çalışmak gibi...

Özellikle iş, eğitim ve sosyal alanlarda potansiyelinizi göstermek için iki kat çaba sarf ediyorsunuz. Çünkü önce üzerinize yapışan etiketleri kırmanız gerekiyor. Bu mücadele hem zihinsel hem duygusal olarak insanı çok yoruyor. Ama işte ben o duvarları yıka yıka yürümeyi öğrendim. Kendime bir yol açtım ve o yolu başkaları da yürüsün diye işaretledim.

Peki Türkiye’ye döndüğünüzde, kendi ülkenizde yaşamak bu anlamda bir rahatlık sunuyor mu size?

Maalesef hayır. Belçika’da göçmeniz, Türkiye’de “Alamancı.” Bu iki arada kalmışlık, bir kırılma yaratıyor insanda. Sosyoloji dersinde öğretmenime haykırmıştım: “Bize bir isim bulun. X değiliz, Y değiliz. Biz başka bir şeyiz. Biz neyiz?” Çünkü biz ne oraya ne buraya tam ait hissedebiliyoruz. Bu bir kimlik değil, bir aidiyetsizlik. Ve onu taşımak kolay değil.

Evde Türk kültürüyle büyüyorsun, inancınla, değerlerinle şekilleniyorsun. Ama dışarı çıktığında, okulda ya da sokakta başka değerlerle karşılaşıyorsun. Uyum sağlamak zorundasın. Bu da büyük bir çatışma yaratıyor. Kendi değerlerinden taviz verince içten içe yıkılıyorsun; vermezsen dışlanıyorsun. Bu yüzden sağlam bir duruş sahibi olmazsanız savruluyorsunuz. Ben bu savrulmaların ortasında kök salmaya çalıştım.

ree

Yurt dışında yaşayan Müslüman gençler açısından bu kimlik çatışması nasıl bir risk oluşturuyor? Gençler bu süreçte nasıl yönlendirilmeli?

Gençler yönlendirilmezse, köksüzlükle savrulurlar. Çünkü ait hissetmek bir ihtiyaçtır. Eğer genç, evde anlam bulamazsa, dışarıda arar. Ve anlamı her zaman doğru yerde bulamaz. Bugün Avrupa’da birçok genç, kendini değerli hissettiği ilk alana yöneliyor. Bazen bu alanlar yapıcı oluyor, bazen de tehlikeli yapılar.

Devlet kurumları, STK’lar ve özellikle aileler bu süreçte bilinçli ve kararlı olmalı. Çocuklarımızı yargılamadan dinlemeli, yol göstermeliyiz. Ben kendi bölgemde, asimilasyonun çok düşük olduğunu söyleyebilirim. Ama bunun bedeli büyük: Yalnızlık. Çünkü o bölgede değerlerini koruyorsan, göze batıyorsun. Bu da birçok kapının sana kapanmasına, yalnızlıkla sınanmana neden oluyor. Ama ben yalnızlıktan korkmuyorum. Çünkü biliyorum ki benim gibi olanlar da var. Yalnız olmadığımızı birbirimize göstermemiz gerekiyor.

Bosna sizin hayatınızda çok özel bir yere sahip. Bu bağ nasıl başladı, neye dönüştü?

Babam ve annem uzun yıllar Avrupa Türk İslam Birliği'nde başkan ve başkan yardımcılığı yaptılar. İslam beldelerinde olan biteni takip eden bir aile ortamında büyüdüm. Bosna’ya olan bağım çocukluk yıllarıma, bir travmaya dayanıyor. Mostar Köprüsü’nün bombalandığı o anı televizyonda izlediğimde henüz 9-10 yaşlarındaydım. O görüntü ruhuma kazındı. Babam o dönem Bosna’dan Belçika’ya sığınanlara yardım ediyordu. Evimiz, ağlayan tır şoförleriyle, kadınlarla, çocuklarla dolup taşardı.

Babam bana takvimden kestiği bir Mostar resmi verdi. Onu başucuma astım. Yıllarca onunla uyudum. Her sabah ona bakarak “Bir gün oraya gidebilir miyim?” diye sordum. Yıllar sonra gittiğimde Rabbim orada bana bir ev verdi. O köprünün gölgesinde, yaralı bir coğrafyada evim oldu. Bu, yalnızca bir tapu meselesi değil. Bu, kaderin bana bir cevabıydı. Bir duanın kabul oluşunun görülmesiydi.

ree

Bosna’da ne tür çalışmalar yürüttünüz? Hangi projelere öncülük ettiniz?

Projelerden önce, Bosna’ya ilk gittiğimde bana o “dobro došli” yani “hoş geldin” hissini yaşatan, Bosna’daki ilk evim olan o sıcak yuvayı ve her gidişimde sıcacık ev ekmeğiyle ajvarın hazır olduğu ortamı anmadan geçemem.

Kan bağı olmasa da kalpten bir kardeşlik bağı kurduğumuz, yoldaşım, projelerimi birlikte yürüttüğüm, Bosna’daki elim, kolum, ayağım diyebileceğim ve tam 5 yıldır birlikte çalıştığım sevgili kardeşim Elvisa Kovačević’i burada sevgi ve minnetle anmak istiyorum.

Bosna’da gerçekleştirdiğim tüm projeleri, sevgili kardeşim Elvisa’ nın desteğiyle hayata geçirdik.

Yaptığımız projelere geçecek olursam, Yetim anneleriyle birlikte dikiş atölyeleri kurduk. Kadınlar hem terapi gördü hem gelir elde etti. Türkçe dersleri verdik. Çünkü dil bir köprüdür; bağ kurmaktır. Bizi anlayan, bizden olan çocuklar yetişsin istedik. Projelerimizi büyük kurumlara yaslamadık. Biraz bağış, biraz dost eliyle yürüttük. Bu yüzden her şey çok sahiciydi. O toprakların yarasına dokunurken kendimizin de yaralarını sardık.

Belçika’daki insanlar bana zamanla “Bosna senden sorulur” demeye başladı. Bu cümle benim için milyonlarca değere eşdeğer. Çünkü bu bir turistik övgü değil, bir güvenin ifadesiydi. Bir Türk’seniz, Belçika'da yetişmişseniz ve size Bosna emanet ediliyorsa, orada gerçekten bir iz bırakmışsınız demektir.

ree

Yıllarca sosyal hizmetle uğraştım. “Tourmania” adını verdiğim derneğimle turlar düzenlerken, elimiz hiçbir zaman boş gitmedik. Yanımızda kırtasiye malzemeleri, kuru boyalar, defterler, kitaplar taşıdık; her seferinde yaklaşık 150-200 kilo yardım götürdük. Sırt çantalarımızda sadece eşya değil, umut vardı. Bu yalnızca gezi değil; bir iyileşmeydi. Bir travmanın elinden tutmak, bir çocuğa “nasılsın?” demekti. Çünkü bazen bir kelime, bir hayatı değiştirir.

Daha ilk turdan itibaren yetimhane ve cami ziyaretleri yaptık. Katılımcılar sadece gezmeye değil, bilinçli bir farkındalıkla Bosna’yı anlamaya gittiler. Çünkü ben Bosna’yı sadece bir turizm destinasyonu olarak görmedim. Orada travmalarla yüzleşiyor, ihmal edilmiş çocuklara dokunuyordum.

Bu çalışmalar sonucunda Bosna-Hersek topraklarında 9 çocuk parkı yaptık. Özellikle Ahmici köyündeki ikili salıncaklı park, Belçika’daki Türk kadınlarıyla birlikte gerçekleştirdiğimiz en özel projelerden biri oldu. En büyük hayalim ise, Srebrenitsa’ da bir çocuk parkı kurmak. Henüz izin süreci tamamlanmadı ama inşallah orayı da gerçekleştirdiğimde içimdeki yol tamamlanmış olacak.

Ayrıca çok kıymetli bir başka projemiz de engelli çocuklar ve anneleriyle yürüttüğümüz psikososyal destek çalışmasıydı. Bir engelli merkezinde çocukların yanında saatlerce oturan, kahve içen annelere "Haydi bakalım ayağa kalkın" dedim. Dört dikiş makinesi hediye ettik, malzemeleri Belçika’dan otobüslerle gönderdik. Kadınlar yastık kılıfları, çarşaflar, peçete süslemeleri, tablolar yaptı. Sonra bu ürünleri Belçika'da kurduğumuz stantlarda sattık. Elde edilen gelirle onları geziye götürdük. Mostar, Srebrenitsa, Travnik... Otizmli ve fiziksel engelli çocuklar anneleriyle birlikte ilk kez otobüse binip Bosna’nın şehirlerini gezdi.

ree

Bir başka yürekten bağlandığım projem de Srebrenitsa anneleriyle yürüttüğüm çalışmaydı. Onlarla iletişim kurmak için Boşnakça bilmememe rağmen, sadece bakış ve dokunuşla kalpten bir bağ kurabildik. Elini tuttuğumda beni kızları gibi görmeye başladılar. Bana “Türkinya” lakabını verdiler. Yolumu beklediler, gitmediğimde haber gönderdiler. Bu kadınlardan bazıları hayatlarında ilk kez otobüse bindi, restorana girdi, otelde kaldı, Srebrenitsa dışına çıktı. Onlara hayatlarında bir “ilk” yaşatmak bana nasip oldu.


Bosna’daki evinizden biraz söz eder misiniz? Orası sizin için ne anlam taşıyor?

Ben hep şunu söylerim: Ev, dört duvar değildir. Bosna’daki evim benim için Rabbimin hizmetlerime verdiği bir karşılık gibi. Öyle umuyorum ki kabul olunmuş dualarımın bir cevabıdır.

Çocukluğumda hep Bosna’yla yatıp kalktım. Asker videoları, Aliya’ nın konuşmaları... Mesela tekbir getirerek kürsüye çıkan Aliya' nın o görüntüsü hâlâ hayat motivasyonumdur. Ne zaman umudumu yitirecek olsam o videoya bakar, yeniden ayağa kalkarım.

Bosna’ya ilk gidişimde, her zaman edeple yaklaştım. “Bosna’ya edeple gelen, lütufla döner” derim hep. Harun Bey’le yollarımız da işte böyle bir dönemde kesişti. Yıllarca aynı şehirlerde dolaşmamıza rağmen hiç karşılaşmamıştık. Ta ki babam için imzalattığım bir kitap vesilesiyle onunla aynı karede yer alana kadar... O an arkadaşlarıma, “Bir daha evlenirsem böyle bir adamla evlenirim” demiştim. Meğer Eşref saatimmiş.

ree

Harun Komutanla evlilik hikayenizi bizimle paylaşır mısınız?

Harun’la ilk kez Ramazan Festivali’nde tanıştık. Koordinatörlüğünü yaptığım etkinlikte davetlim olarak standıma geldi, kitaplarını tanıtmasına destek oldum. Aslında tanışmamıza arkadaşım Mirza vesile olmuştu. Ama Mirza, Harun’a "Nazlıhan Hanım böyle bir şey asla düşünmez, sana hiç şans vermez" demiş. Harun da ona, "Bana şansın yok deme" diye karşılık vermiş.

Daha sonra Belçika’daki bir etkinlikte, kitap standımıza geldiğinde Harun, Mirza’ya dönüp gülümseyerek, "İzle bakalım, şansım var mı yok mu?" demiş.

O gün biz onu iyi ağırladık. Ayrılırken bana elini uzattı. Ben elini sıkmadım ama o an, nasıl yaptığımı hâlâ anlayamadığım bir şekilde, göğsüne taktığı Srebrenitsa çiçeğinin üzerine başımı koyuverdim. Hâlâ neden ve nasıl yaptığımı bilmiyorum. Her şey bir anda, içimden geldiği gibi gelişti. O an Harun’u derinden etkilemiş. O günden sonra arayıp hâlimi hatırımı sormaya başladı.

Yine Bosna’da olduğum bir dönemde, oğlumu resmi bir zorunluluk nedeniyle Belçika’da babasına teslim etmem gerekiyordu. Ama ne uçak ne otobüs bileti bulabiliyordum. Yorgun, umutsuz ve ağlamaklıydım. Harun, o sırada Elvisa’ yı aramış, beni sormuş. Elvisa da durumu anlatınca Harun, "Ben götürürüm" demiş. Gerçekten de beni ve oğlumu alıp Belçika’ya götürdü. Resmi işlemleri hallettim, ardından birlikte Bosna’ya döndük.

Onu aslında yolculukta tanımıştım. Dönüş yolculuğunun sabahında, bana evlenme teklif etti. Aynı günün gecesi evlendik.

Eğer kaderinizde varsa, hayatın tüm şartları sizin için çalışıyor. Harun benim için Allah’ın bir lütfuydu. Çünkü ben hayatım boyunca hep kendimi taşıdım, başkalarını taşıdım. İlk kez biri beni taşımak istedi. Bu çok kıymetliydi.

Bu evlilik size ne kattı? Bir kadının hayatındaki “güvende hissetme” duygusunu nasıl tanımlarsınız?

Eş olmak, sırdaş olmak, omuz olmak… Ben kadınlığın yükünü uzun yıllar tek başıma taşıdım. Ama bir gün biri geldi ve dedi ki: “Birazını da ben taşıyayım.” O zaman aşk başlar. Kendinizi emniyette hissettiğinizde artık savaşmazsınız. Teslim olursunuz. Ben hayatımda ilk kez derin uyuyorum. Çünkü biliyorum ki, biri nöbette. Ve ilk kez eşim bana ‘kadın’ olduğumu hissettirdi, ben asker potinlerimi çıkardım artık!

Evlilik, sadece iki kişinin birlikteliği değil. Bir güven, bir tamamlanma hali. Harun’la evlendiğimde ilk kez “Ben artık yalnız değilim” dedim. Biri benimle yürüyor, yükümü paylaşıyor.

Bir kadın için “taşınmak” büyük bir ihtiyaç. Taşınmaktan kastım fiziksel değil; duygusal, ruhsal anlamda... Harun bana bunu verdi. İlk kez yorgunluğumu içimde tutmak zorunda kalmadım.

Bu evlilik gerçekleşti peki zorlukları oldu mu?

Evet, bir evlilik gerçekleşti. Aslında bu, birbirine tamamen yabancı iki insanın bir araya gelişiydi. Aynı dili konuşmayan, aynı kültürden gelmeyen, aynı yolları yürümemiş iki farklı ruh… Bu yüzden, bu yolculuk başlı başına bir imtihandı diyebilirim.

Çünkü inanıyorum ki, Allah gönlümüzdekini verir ama aynı zamanda bizi sınar da. Dileğimiz öylece, pakette gelip sunulmuyor; sınanarak, içinden geçilerek geliyor. Bu birliktelikte de en büyük sınavlarımızdan biri iletişimdi. İkimizin de heybesi doluydu; anlatmak istediğimiz, birbirimize aktarmak istediğimiz çok şey vardı. Ama dil engeli yüzünden çoğu zaman kelimeler eksik kaldı. Çevirmen aracılığıyla iletişim kurmak zorundaydık. Bu durum bizi zaman zaman yordu, eksik hissettirdi. Ama tuhaf bir şekilde yine de birbirimizi anladık.

Kendi içimizde “Harna” adını verdiğimiz bir dilimiz oluştu: Harun ve Nazlıhan’ın dili. Bir cümleyle altı dili konuşur hâle geldik. Belki tam anlamıyla anlatamıyorduk ama hissediyorduk, tamamlıyorduk. Zaten insan bazen en çok diliyle değil, yüreğiyle konuşur.

Ben kendimi şöyle teselli ediyorum: Biz, birbirimizi konuşmadan da anlayabilen iki insan olduk. Bu eksiklik değil, başka bir tür bütünlük belki de.

ree

Evliliğinizden bir anekdot paylaşır mısınız?

İki gün önce ilginç bir şey yaşadık. Ben örümcekten çok korkarım. Cam açık kaldığında apartmana bazen örümcekler girer, ışığı açtığım anda çığlık atıp koşarak "Harun!" diye bağırırım. O da anlar hemen: "Tamam, örümcek var."

Ama bu kez Harun dönüp bana şöyle dedi:"Elhamdülillah.""Ne yapıyorsun?" dedim şaşkınlıkla."Sen sadece örümcek görünce bana böyle koşuyorsun ya... Onlar benim arkadaşlarım, Spider-Man’ler." Baktım içinde ince bir mesaj var. Aslında diyordu ki: "Sadece korktuğunda değil, her zaman bana gel." Belki de mesele tam da bu: Güçlü durmayı bırakıp bazen sadece "yapamıyorum" diyebilmek. Koşulsuzca sığınmak. Galiba hayatın özü bu.

Sizce “ev” neresi? Onca yer değiştirmiş biri olarak bu sorunun cevabı sizde nasıl karşılık buluyor?

Ev, bir çatı değil. Ev, bir adres değil. Ev, bir yürek. Benim evim davam. Nerede bir çocuk gülümserse, bir kadın ayağa kalkarsa, bir anne dua ederse... Orası benim evimdir. Bosna’dır, Gazze’dir. Ev, insanın yüreğinin güvenle aktığı yerdir. Bazen bir şehir olur, bazen bir insan. Ev, senin yaralarını gizlemeden gösterebildiğin yerdir. Harun’la kurduğum hayat, işte o yüzden benim evim. Belçika’da doğdum, Türkiye ile büyüdüm, Bosna’da kök saldım. Ama hiçbiri tam anlamıyla “ev” değildi. Ev, Rabbimin beni sakındığı, koruduğu, huzur verdiği yerdir.

ree

Son olarak, bugüne kadar hayatınızdan, mücadelenizden süzülen tek bir cümle kursanız, bu ne olurdu?

“Emanetin emanetiyim.”

Bu cümleyle yaşıyorum. Babamın bana bıraktığı merhameti, annemin öğrettiği sabrı, göçmenliğin yükünü, yetim çocukların sessizliğini, başörtüsünün vakur duruşunu... Her şeyi emanet bildim. Ve her birine hakkını vererek yaşamak için uğraşıyorum.

Ben sadece kendim için değil, ardımdan gelenler için de dimdik durmaya çalışıyorum. Çünkü bu hikâye sadece bana ait değil. Bu, bizim hikâyemiz.

.........................

Nazlıhan Günaydın… Bir insan, bir kadın, bir köprü. Göçle doğmuş ama içinde sınır tanımayan bir ruh taşımış. Davasına ev demiş, mücadelesine yoldaş olmuş. Onun hikâyesi yalnızca bir başarı öyküsü değil. Bu, bir inancın, bir cesaretin, bir adanmışlığın sesi. Nazlıhan varsa, onun gibiler de vardır. Ve onun gibiler oldukça bu dünya daha yaşanabilir daha güzel bir yer olacak.


Röportaj / Aynur KARABULUT

Temmuz 2025 / Bosna Hersek

 
 
 

Yorumlar


                                                          © 2018 Fikrini Söyle

bottom of page