SREBRENİTSA, KEMİKLERE KAZINAN HAFIZA!..
- Aynur Karabulut
- 22 Tem
- 21 dakikada okunur

Srebrenitsa, sadece bir katliamın değil; insanlığın hafızasına kazınan utancın, mezar taşlarına sığmayan bir çığlığın adıdır.
Bosna Hersek... Adını duyduğumda içimde derin bir sızı belirir. Bu topraklar, Balkanlar'ın kalbinde öyle derin bir yara taşıyor ki, her baktığımda, her aklıma geldiğinde o yaranın hâlâ kanadığını hissederim. Yitip giden on binlerce can, hâlâ bulunamayan kayıplar, kapanmayan yaralar... Bir aktivist, bir bağımsız gazeteci ve her şeyden önemlisi bir insan olarak, bu dosyayı sadece bilgileri aktarmak için yazmıyorum; Srebrenitsa‘ nın kemiklerine kazınan o tarifsiz acıyı, adalet arayışını ve bir daha asla yaşanmamasını umduğum bu büyük insanlık dramını unutmayalım, unutturmayalım diye paylaşıyorum. Marş Mira' da attığım her adım, tanık olduğum her gözyaşı, konuştuğum her insanın acısını, hüznünü, öfkesini paylaşıyorum ve gücüm yettiğince her zaman yanlarında olmaya, seslerini duyurmaya söz veriyorum. Bu yılki Marş Mira yürüyüşü ve ona eşlik eden derin gözlemlerimle, bu özel dosya aracılığıyla sadece geçmişi hatırlatmakla kalmıyor, aynı zamanda gelecek yıllarda bu onurlu yürüyüşe katılmak isteyenlere de bir ışık tutmayı hedefliyorum.

Yugoslavya'nın Çöküşünden Katliama Giden Yol: Bir İnsanın Gözünden Yıkım
1980'de Josip Broz Tito'nun ölümüyle birlikte, Yugoslavya'nın o kırılgan, çok etnikli yapısının nasıl da çözüldüğüne şahit olduk. Sanki bir aile parçalanıyordu; ekonomik kriz ve milliyetçiliğin zehirli sarmaşıkları her bir düğümde derinleşiyor, Sırplar, Hırvatlar, Boşnaklar, hepsi kendi köşelerine çekiliyor, birbirlerine düşman ediliyordu. Slobodan Miloseviç’in iktidara gelişiyle, milliyetçiliğin o çirkin yüzü daha da keskinleşti. 1989'daki Gazimestan konuşmasını hatırlıyorum da tüylerim diken diken olur. "Büyük Sırbistan" hayaliyle, bir halkın diğerlerine karşı nasıl kışkırtıldığını, Sırp Ortodoks Kilisesi'nin, medyanın, devletin tüm gücünün bu zehirli propagandaya nasıl alet edildiğini görmek, tüm insanlığın kalbini acıtmalıydı. Henüz 12 yaşındaydım; babamın dünya gündemini takip etmesi üzerine edindiğimiz bilgilerle, her akşam evimizde konuşulan bu konuları bilmek ve "bir şeyler yapmalıyım" dediğimde kalbi acıyan bir çocuktum. O yaşta bile tüm yaşananları kalbimin en derin yerinde hissediyordum. Yaşıtım olan, masumiyetleri çalınan çocukları düşünmeden edemezdim. Çünkü ben insandım… Çocuklar, onların acıları düşünülünce insan kahrolmaz mı?
1992'de Bosna-Hersek bağımsızlığını ilan ettiğinde içimde bir umut belirmişti. Ancak bu umut, kısa sürede Sırp milliyetçilerinin karanlık gölgesiyle örtüldü. Referandumu boykot etmeleri, ayrılıkçı hareketleri başlattı. Nisan ayında Saraybosna kuşatması başladığında, savaşın gerçek yüzüyle tanıştık. Eski Yugoslav ordusunun silahları, paramiliter grupların ellerinde birer ölüm makinesine dönüştü. Boşnak köyleri alevlere teslim edildi, kadınlar... Ah, o tecavüz kampları! Çocuklar, gözleri yaşlı, yetim kalan çocuklar... Foça, Višegrad, Prijedor... Bu şehirlerin her birinde sistematik bir etnik temizlik yaşandı. Dünyanın gözü önünde insanlar yerinden edildi, acımasızca katledildi. Avrupa'nın göbeğinde, 1992 ile 1995 arasında 100 binden fazla can yitip gitti. Her biri bir hayat, her biri bir annenin evladıydı; her biri bir ailenin kopan parçasıydı.

Srebrenitsa Katliamı (11–16 Temmuz 1995): Avrupa'nın Kanayan Yarası
Bosna Savaşı'nın en kara lekesi, 1995 yılının o kara Temmuz'unda Srebrenitsa ‘da yaşandı. Burası, Birleşmiş Milletler tarafından "güvenli bölge" ilan edilmişti. On binlerce çaresiz insan, Hollandalı taburun (Dutchbat) kendilerini koruyacağına inanarak oraya sığındı. Nasıl da güvenmişlerdi, nasıl da inanmışlardı. Ancak 11 Temmuz 1995'te General Ratko Mladić' in komutasındaki Sırp güçleri kenti kuşattığında, o "güvenli bölge" bir ölüm tuzağına dönüştü. Hollandalı askerler, yetkisiz, silahsız, çaresizce durdu. İçim parçalanıyor bunu düşünürken... Birleşmiş Milletler, dünya... Neden kimse müdahale etmedi? Neden bu felaket sadece izlendi?
Potočari'deki BM kampına sığınan 20-25 bin sivil... Kadınlar ve çocuklar otobüslere bindirilirken, binlerce erkek acımasızca ayrıldı. Annelerin gözlerinin önünden oğulları, kocaları, babaları koparılıp alındı. O feryatlar, o son bakışlar... Ormanlara kaçanlar avlandı, teslim olanlar infaz edildi. Hollandalı birlikler silah bırakmaya zorlandı, kamp Sırp güçlerine teslim edildi. Zayıflık, çaresizlik, terk edilmişlik... Bu kelimeler o anları, bir annenin evladının elinden alınışındaki o derin acıyı anlatmaya yetmez.
11-16 Temmuz 1995 tarihleri arasında, sadece beş gün içinde, (yaklaşık 15.000 bin kayıtlara geçen) 8.372 can sistematik bir şekilde yok edildi. Çoğu erkek ve çocuktu. Branjevo Tarım Kooperatifi, Kravica ambarı, Orahovac, Kozluk... Bu isimler artık benim için sadece yer adları değil, birer mezar, birer toplu katliam anıtı. Ellerini başlarının arkasında bağladıkları kurbanları makineli tüfeklerle taradılar. Bazılarını diri diri gömdüler. Cesetleri kamyonlara doldurup toplu mezarlara attılar, sonra o mezarları açıp başka yerlere taşıdılar ki izleri kaybolsun. Kimlik tespiti için sadece kemik parçaları, bir diş, bir giysi... Bir anne olarak, çocuğumun bir kemiğini bile bulmanın, ona sarılacak bir mezar taşının olmasının acısıyla nasıl yaşanır, düşünemiyorum. Kadınlar... Sistematik tecavüze uğradılar, otobüslerde öldürülenler oldu. Bu, Avrupa'nın II. Dünya Savaşı sonrası gördüğü en büyük soykırımdı. Ve biz, bir insanlık olarak, buna izin verdik. Bu utanç, hafızalarımıza kazındı.

Katliamın Failleri ve Uluslararası Aktörlerin Rolü
Ratko Mladić, Radovan Karadžić, Slobodan Milošević... Bu isimler, sadece birer siyasetçi ya da general değil, insanlığın utanç sayfalarına yazılmış kara lekelerdir. Mladić' in acımasız komutası, Karadžić' in siyasi desteği, Milošević' in lojistik ve askeri yardımı... Hepsi bu soykırımın ana failleriydi. Sonunda yargılandılar, ceza aldılar ama bu, giden canları geri getirmiyor, kopan aileleri birleştiremiyor. Drina Kolordusu, Bratunac Tugayı, Zvornik Tugayı... Bu birlikler, bir halkı yok etmek için kullanıldı.
Uluslararası toplumun Bosna'ya, Srebrenitsa ‘ya tepkisini düşündüğümde içim acır: "Çok geç ve yetersiz." Birleşmiş Milletler "güvenli bölge" ilan etti ama koruyamadı. Güvenlik Konseyi kararları sadece kâğıt üzerindeki mürekkep olarak kaldı. BM'nin barışı koruma operasyonlarındaki bu zafiyeti, benim için bir annenin çocuğunu koruyamaması gibiydi; bir sistemin, en temel insani görevi olan yaşam hakkını savunamamasının acı bir örneğiydi. Hollandalı Dutchbat birliği... Neden karşılık vermediler? Neden silahsız sivilleri teslim ettiler? Hollanda Yüksek Mahkemesi'nin "kısmen sorumlu" kararı, benim için o çocukların gözündeki korkuyu, o annelerin çığlığını silemez. NATO ve AB'nin gecikmiş, sınırlı hava saldırıları... Batı dünyasının "tarafsızlık" adı altında bu insanlık dramına göz yumması, bir annenin çocuğunu kaybettiğinde yaşadığı o çaresizlikle eşdeğerdi.

Uluslararası Hukuk ve Adalet Süreçleri: Adalet Arayışı Bitmeyen Bir Yol
Srebrenitsa Katliamı, uluslararası hukukta bir dönüm noktası oldu, ama ne pahasına? Soykırım suçunun tanımı, 1948 BM Soykırım Sözleşmesi'yle vardı. Uluslararası Adalet Divanı, Srebrenitsa ‘da yaşananın "soykırım" olduğuna hükmetti. Uluslararası Ceza Mahkemesi (ICTY), Mladić ve Karadžić'i ömür boyu hapse mahkûm etti. Bu kararlar elbette önemliydi, adaletin tecellisi adına bir umut ışığıydı. Ancak yine de eksik kaldı. Uluslararası Adalet Divanı'nın (ICJ) Sırbistan'ın soykırımı doğrudan işlemediği, sadece önleme yükümlülüğünü ihlal ettiği kararı... İçimdeki yara bu kararlarla kapanmıyor, çünkü sorumluluğun tam olarak üstlenilmediğini biliyorum.
Yargılamalar uzadıkça, bazı failler cezasız kaldıkça adalet arayışı daha da zorlaşıyor. Sırbistan Cumhurbaşkanı'nın "suç" deyip "soykırım" dememesi... Bu, inkârcılığın ta kendisi; yaranın üzerine tuz basmaktan farksız. 23 Mayıs 2024'te Birleşmiş Milletler ‘in 11 Temmuz'u Srebrenitsa Soykırımını Anma Günü ilan etmesi bir nebze olsun içime su serpti. Bu, hafızanın korunması, unutulmaması için atılmış önemli bir adımdı. Ama mücadele bitmedi. Asla unutmayacağız, unutturmayacağız.
Tecavüz Kampları ve “Susturulmuş Çocuklar”: Yürek Burkan Gerçekler
Kadınlara yönelik cinsel şiddet... Bu, Bosna Savaşı'nın en acımasız, en insanlık dışı yüzüydü. Foça, Višegrad, Bratunac ‘ta kurulan o kamplar... Binlerce kadın, kız çocuğu sistematik olarak tecavüze uğradı. Bu saldırılar sadece bedenlere değil, ruhlara da yapılmıştı; bir annenin namusuna, bir halkın onuruna yapılmış alçakça bir saldırıydı. Bu acımasızlık karşısında bir kadın olarak hissettiklerimi kelimelerle ifade edemem; boğazım düğümlenir, kalbim sıkışır.
Tecavüz sonrası hamile kalan kadınlar... Psikolojik baskılar, toplumsal dışlanma, fiziksel acılarla birleşti. Çoğu çocuklarını terk etmek zorunda kaldı. Hamile bırakılanlar oldu, doğan çocuklar annelerinden koparıldı, kimliksiz bırakıldı. Bugün onlar "soykırımın çocukları" olarak anılıyor ve kimliklerini, ailelerini arıyorlar. Foça Hastanesi... Orada yaşanan doğumlar... Bu acı gerçekler hâlâ birçok kadının diline kilit vuruyor, onları sessizliğe mahkûm ediyor. Onların yerine biz konuşmalıyız, biz ağlamalıyız, onların acılarını haykırmalıyız.
Potočari Anıt Mezarlığı ve DNA ile Kimlik Tespiti: Sessiz Çığlıkların Durağı
Her 11 Temmuz... Kalbim yerinden sökülmüş gibi hissederim. Srebrenitsa katliamında hayatını kaybeden ve DNA ile kimliği tespit edilen canlarımız, Potočari Anıt Mezarlığı'na defnedilir. Uluslararası Kayıp Kişiler Komisyonu (ICMP) 2001'den beri DNA örnekleri topluyor. 2023 itibarıyla 7.017 kurbanın kimliği teşhis edildi ama hâlâ yaklaşık 1.000 kişi kayıp. Bir annenin kayıp evladını bulma umudu... O umut, her 11 Temmuz'da yeniden yeşeriyor. Bir kemik parçası, bir kişisel eşya, bir aileden alınan kan örneği... Her bir bulgu, o ailenin yarasını bir nebze olsun hafifletiyor, ama aynı zamanda yeni bir kesinleşen acıyı, bir vedayı da beraberinde getiriyor.
Potočari Anıt Mezarlığı, 2003'te açıldı. Burası sadece bir mezarlık değil; Srebrenitsa ‘nın sembolü, insanlığın utancı, bir halkın susturulmuş çığlığı. Mezar taşlarına sadece isimler ve doğum tarihleri yazılı değil, aynı zamanda o canların yaşayamadığı hayatlar, o annelerin dinmeyen gözyaşları, o babaların sessiz bekleyişleri de kazılı. Bazı mezarlar sadece bir diş ya da bir kol kemiğiyle dolu. Kadın kurbanların azlığı, o acımasız sürgünleri, toplu kayboluşları hatırlatır. Mezar taşlarının çoğu gencecik erkeklere ait. (Kaybolan, bulunamayan, ulaşılamayan birçok genç kadın, doğan ve ortadan kaybolan kız bebeklerin fuhuş çeteleri, organ mafyalarına ticari meta olarak peşkeş çekilme kısmı ise nedense hiç gündeme gelmiyor. Bu konu ayrıca ele alınmalı ve detaylı araştırma yapma imkânı bulursam gündeme taşımak için elimden geleni yapacağımdan hiç şüpheniz olmasın.)

Srebrenitsa Anneleri ve Adalet Mücadelesi: Yüreğimin Kahramanları
Hatidža Mehmedović... Srebrenitsa Anneleri... Onlar, benim yüreğimin kahramanları. Kayıp yakınlarını bulmak, adalet aramak için yürütülen bu mücadelenin sembolleri. Kocasını ve iki oğlunu kaybeden Hatidža teyze, 2002'de Srebrenitsa Anneleri Derneği'ni kurdu. Yüzlerce dava açtılar, uluslararası kurumlarla iş birliği yaptılar. Potočari' nin anıt mezarlık olmasında onların emeği var. Hatidža teyze, 2018'de vefat edene kadar Lahey'e gitti, tanıklık etti. "Bu hüküm okyanusta bir damladır" demişti, adaletin devamını istemişti. Anneler, DNA verileriyle yüzlerce ifade sunarak, Mladić ve Karadžić gibi isimlerin mahkûm olmasına katkı sağladılar. Bugüne dek 50'den fazla savaş suçlusu cezalandırıldı. Ama bu yeter mi? Bir annenin gözyaşını dindirmeye yeter mi? Onların acısı hâlâ taze, mücadeleleri ise bitimsiz.
Tanıklıklar: Onların Hikayeleri, Yüreğime Kazınan Acı Gerçekler:
Amir (8 yaşındaydı): "Bıçağı bana yıkattılar." Gözümün önünde ailemden 11 kişiyi öldürdükleri o bıçağı ona yıkatmışlar... 2025 yürüyüşünde gözümün içine bakarak bu cümleyi söylediğinde, içimden bir şeyler koptu. O masumiyetin nasıl kirletildiğini düşündüm.
Nura: "Sadece pantolon geldi." Oğlunun cebinden çıkan o kâğıttan uçağı, pantolon cebinde kalmıştı. "Bunu gömdüm" dedi. Anlatırken sesi titredi, o küçücük kâğıt parçasına yüklediği kocaman umut ve yasla...
Ismeta: "Doğurduğum çocuğu aldılar." Tecavüz sonrası doğurduğu çocuğu elinden alıp götürmüşlerdi. Bugün 30 yaşında olabilirdi o çocuk. "Her 11 Temmuz'da bekliyorum" dedi. Annelik bile yarım bırakılmıştı; bir ömür sürecek bir bekleyişe mahkûm edilmişti.
Derviş: "Yürürken ayaklarım değil, kalbim kanadı." Babası için yürümüştü. Şimdi oğlu için yürüyor. "Bu yürüyüş bir gelenek değil, bir yas biçimi" dediğinde, ne kadar haklı olduğunu düşündüm. Her adım, iç kanayan bir yara gibiydi.
Edin: "Sadece kolu bulundu." Kardeşinin kolu ve saati bulunmuştu. Mezuniyet hediyesi olan saat hâlâ kitap arasındaydı. "Zaman dursa da kardeşim yaşasın" dediğinde, gözlerim doldu. Hayatın durduğu anın acısıydı bu.
Hatidža: "Oğlumun mezarına basıyor olabilirsin." Bu cümle, Marş Mira’ nın, o yürüyüşün ruhu. Attığımız her adımda bir kemiğe, bir sessizliğe, bir bekleyene basıyoruz. Her bir adımımızla, o tarifsiz acıya ortak oluyoruz.

Aliya Izzetbegoviç’in Liderliği ve Siyasal Miras: Bilge Kralın Vasiyeti
Aliya Izzetbegoviç... Bosna-Hersek'in ilk Cumhurbaşkanıydı. Savaş boyunca Boşnak halkının ahlaki liderliğini üstlenmiş, bir halka umut olmuştur. Uluslararası toplumu defalarca uyarmasına rağmen, kulak verilmedi, çağrıları havada kaldı, yalnız bırakıldı. Mezarı, halkının arasında, Saraybosna’daki Kovači Şehitliği’ndedir. Vasiyetini hatırlıyorum: “Mezarımı tepeye koyun, halkımı görebileyim.” O, halkına olan sevgisini son nefesine kadar taşıdı; "Bilge Kral" unvanını sonuna kadar hak etti. Aliya Izzetbegoviç’in “Unutmak, soykırımın ikinci aşamasıdır” sözü, Srebrenitsa Soykırımı'nın hafızasının canlı tutulmasının ne kadar elzem olduğunu her seferinde yüreğime kazır. Bu vasiyet, bizler için bir mirastır.

Dayton Anlaşması'nın Detayları ve Sonuçları: Kırık Bir Barışın Mimarı
Dayton Barış Anlaşması, 21 Kasım 1995'te paraf edildi, 14 Aralık 1995'te imzalandı. Bosna Savaşı'nı durdurdu, evet, ama ne pahasına? Bosna-Hersek'i iki ana "entite" ye böldü: Boşnaklar ve Hırvatların Federasyonu, Sırpların Sırp Cumhuriyeti. Bir de özel statülü Brčko Bölgesi. Ülke, uluslararası hukukta tek bir devlet olsa da bu iki entiteye geniş özerklik verildi. Merkezi bir anayasa belirlendi, ama aslında ülkeyi parçalara ayırdı.
Dayton, barışı getirdi, ama aynı zamanda Bosna-Hersek'e son derece karmaşık, çoğu zaman işlevsiz bir siyasi sistem armağan etti. Üç kurucu halkın temsiline dayalı bu sistem, karar almayı zorlaştırıyor, sürekli siyasi krizlere yol açıyor ve milliyetçiliği körüklüyor. Bu anlaşma, savaşın neden olduğu etnik bölünmeleri kurumsallaştırdı. Bugün hâlâ ülkenin istikrarını tehdit eden gerilimlerin, siyasi tıkanıklıkların ve etnik ayrışmaların kaynağı bu yapı. Ekonomi mi? Savaş sonrası toparlanma mücadelesi veriliyor, yüksek işsizlik var. Dayton' ın getirdiği karmaşık idari yapı, ekonomik reformları da ağırlaştırıyor, ülkenin tam potansiyeline ulaşmasını engelliyor.
Savaş Sonrası Bosna-Hersek: Toplumsal, Ekonomik ve Demografik Sonuçlar: Kapanmayan Yaralar
Bosna Savaşı, ülke üzerinde öyle derin izler bıraktı ki, her birini hissetmek mümkün.
Demografik Değişimler: Etnik temizlikler, zorunlu göçler... Milyonlarca insan yerinden edildi, yüzbinlerce kişi mülteci oldu. Bazıları geri dönse de etnik olarak homojenleşmiş bölgeler ortaya çıktı. Bir annenin yuvasından sürülmesi, bir çocuğun toprağından koparılması, insanların ailesiz, köksüz bırakılması... Bu acının tarifi yok. Nesillerdir süregelen bağlar koptu, toplumsal doku paramparça oldu.
Sosyal ve Psikolojik Travma: Yaygın şiddet, etnik nefret, katliamlar... Toplumda öyle derin psikolojik travmalar bıraktı ki. Savaş sonrası stres bozukluğu (PTSD), intihar oranlarındaki artış, nesiller arası aktarılan travmalar... Bunlar sadece istatistik değil, her biri bir insanın yaşadığı kâbus, ailelerin sessiz acıları. Eğitim sistemi bile etnik temelde bölünmüş, ayrılıkçı müfredatlarla eleştiriliyor, bu da yeni nesiller arasında dahi ayrışmayı derinleştiriyor.
Ekonomik Yıkım: Savaş, Bosna-Hersek ekonomisini yerle bir etti, altyapıyı tahrip etti, sanayiyi durdurdu. Ülke, hâlâ ekonomik toparlanma mücadelesi veriyor. Yüksek işsizlik, sınırlı yatırım, genç iş gücünün yurt dışına göçü... Dayton'ın getirdiği o karmaşık idari yapı, ekonomik reformları da ağırlaştırıyor, ülkenin kalkınmasının önünde engel teşkil ediyor.

“Ağlayan Yollar” Yürüyüşü: Adım Adım Bir Yas Töreni- Marş Mira 2025
Marş Mira, yani Barış Yürüyüşü... Bu, benim 3 yıldır yürüdüğüm, içimde tarifi imkânsız duygularla dolduğum bir anma etkinliği. 2005'te, soykırımın 10. yıldönümünde, hayatta kalanlar başlattı bu yürüyüşü. Katliamdan kaçış yolunun tersine, 85 ila 110 km'lik o yolu, Nezuk köyünden Potočari ‘ye doğru 3 gün boyunca yürüyoruz. Dere tepe, dağ bayır, ovalar, ormanlar... Her bir adım, o canların ayak izlerine basmak gibi. 2025'teki 30. yıldönümü yürüyüşünde binlerce kişiyle birlikte yürüdük. O sessizlik... O sessizliğin içindeki çığlık… Geçmişin ayak izlerinde yürüyerek, yeniden geçmişe tanıklık ettik.
Bu yürüyüş, sadece fiziksel bir yolculuk değil, bir travmayla yüzleşme, hafızayı diri tutma, adalet arayışını sürdüren sessiz bir çığlık. Aşırı sıcakta ter döküyoruz, sivrisinekler rahatsız ediyor, susuz kalıyoruz, bazen yoğun yağış altında geçiyor bu sene olduğu gibi, çadırlarda yatıyoruz, bedenimiz yoruluyor, travmatik yerlerden geçiyoruz, mezar alanlarından... Ama en zoru ne biliyor musunuz? Sessizlik içinde, kemiklerin üzerinde yürümek. Marş Mira, kolektif hafızanın beden bulmuş hali. İnkarın karşısında bir direniş, bir yas dili.
Hazırlık ve Başlangıç: 7 Temmuz akşamı Nezuk köyündeki kamp alanında toplanıyoruz. Marş Mira Türkiye ekibimizin lideri ve destekçileri, yürüyüşle ilgili tüm detayları, tavsiyeleri anlatıyor. İlk gece çadırda, yıldızların altında yatıyoruz. 8 Temmuz sabahı, saat 06.00'da kahvaltı sonrası yola çıkıyoruz. Marş Mira Türkiye ekibinin kiraladığı otobüsler, eşyalarımızı konaklama alanlarına taşıyor. Maliyetler katılımcılar arasında bölüşüldüğü için makul oluyor. Bu destek, o zorlu yolculuğu biraz olsun kolaylaştırıyor çünkü onca yolu eşyalarımızla yürümek imkânsız.
1. Gün: Sabah ilk iş çadırları toplamak ve programın yapılacağı alana geçmekle başlıyor. Program organizatörleri, yetkililer ve soykırımda yakınlarını kaybeden o yüreği yaralı aileler, kısa konuşmalar yapıyor. Bosna Marşı okunuyor, yüreklerimiz titriyor. Kortej oluşuyor, yürüyüş başlıyor. Kortejin başında, tecavüz sonucu doğan ve kimlikleri gizli tutulan o masum gençler... Onları takiben Srebrenitsa gazileri, aileleri ve dünyanın dört bir yanından gelen bizler... İlk gün yaklaşık 30 km yol kat ediyoruz. Kısa molalarla, birbirimize destek olarak yürüyoruz. Akşam 18.00 gibi Liplje kamp alanına ulaşıyoruz. Bedenimiz yorgun, ama yüzlerimizde garip bir huzur var.
Bu yürüyüş sadece bacaklarımızla değil, ruhumuzla yapılıyor. Yürüyüş süresince yol boyunca birçok yabancı resmi kurum ve kuruluşun ikram ve sağlık hizmeti sunduğunu görüyoruz. Her biri birer umut ışığı. Ancak Türkiye'nin resmi kurum ve kuruluşlarının stantlarını görememek, içimde bir hüzün yaratıyor. Bu konuyu ilgili kurum ve kuruluşlarla görüştüğümde, dağıtılan ikramları, meyveleri, suları ve kullanılan ilaçları Kızılhaç'a yaptıkları bağışlar aracılığıyla destekleyebildiklerini ifade ediyorlar. Kızılhaç ile yaptığımız görüşmede de uluslararası tüm bağışların kendi aracılıklarıyla dağıtıldığını teyit ediyoruz. Bu dayanışmanın bir başka yüzü.
2. Gün: Sabahın erken saatlerinde uyanıyoruz. Çadırları topluyor, eşyalarımızı araçlara yüklüyor, kahvaltı sonrası tekrar yola çıkıyoruz. Bugün, parkurun hem daha zorlu hem de daha uzun olduğunu biliyoruz. Hava da yağışlı, parkur balçık ve kaygan çamurla bezeli, gerçekten yorucu. Bazı katılımcılar, ilk günün yorgunluğu ve bu zorlu koşullar yüzünden yürüyüşe devam edemeyip araçla bir sonraki konaklama alanına geçmek zorunda kalıyor. Ama bugün, benim için unutulmaz anlara sahne oluyor. Soykırımda ailelerinden kayıpları olan kardeşlerin birbirlerine sarılıp ağladığı anlar... O anlar, yüreğimi dağlıyor. Bu sadece bir yürüyüş değil, bir aile buluşması, bir yas töreni; acıların paylaşıldığı kutsal bir ritüel.
3. Gün: Son gün... Potočari ‘ye varış günü. Yürüyüşün duygusal zirvesi. Tüm fiziksel ve ruhsal yorgunluğa rağmen, son bir çabayla Potočari Anıt Mezarlığı'na ulaşıyoruz. Bugün yüksek dağların tırmanıldığı, hatta bazen o tırmanışın asla bitmeyeceğini düşündüğünüz zorlu bir parkur ile karşılaşacaksınız. Ama bugünün sonunda Potočari ‘ye vardığınızda, yolların sağında ve solunda hizalanmış, çıt çıkarmadan gözyaşları içerisinde kaybettikleri evlatları, eşleri, babaları, yakınlarını karşılar gibi sizi saygı ve minnetle karşılamaları karşısında gözyaşlarınıza hâkim olamayacaksınız. Üç gün boyunca dökmediğiniz gözyaşlarınızı burada dökmeye hazır olun. Bu anlamlı karşılama ve geçit ile anıta kortej eşliğinde giriş ve anıtı selamlama sonrası kortej dağılıyor. Size tavsiyem, hemen anıttan ayrılmayın; tam da bugün bu yürüyüş sonrası onlarca anneyi, babayı, evladı, aileyi mezarın başında sessizce ağlarken görürsünüz. Aynı dili bilmiyor olsanız dahi yanlarına oturun, yaslarını paylaşın. Bir fatiha okuyun. Sizi anlamasalar bile ellerini tuttuğunuzda size saatlerce anlatıyorlar. Kalp ve hal dili ile, aynı dili konuşmadığınız bir annenin, bir torunun, bir evladın, bir babanın acısını kalbinizin en derin köşesinde hissediyor ve acıyla sarsılıyorsunuz. İşte bugün bu geçit, yürüyüşün en zorlu, ama aynı zamanda en anlamlı kısmı. Her adımımız, bir ağıt, bir dua... 3. Günün gecesini Türk bir iş adamının inşa ettiği Potočari Han'da geçiriyoruz. Sınırsız yeme içme, sıcak su, kahve, çay, meyve, yataklar… evimizdeymişiz konforu… Bu han için sonlara doğru özel bir yer ayırarak Potočari Han'ı tanımanızı sağlayacağım.
4. Gün Anma Programı: Bugün sabah erken kalkma gibi bir zorunluluğunuz yok çünkü program öğle namazına müteakip başlayacak. Uyandığınızda Potočari Han'da dinlenmeyi veya benim gibi anıtta vakit geçirmeyi, ailelerle o anı paylaşmayı tercih edebilirsiniz. Öğlen namazı yaklaşırken protokol ve dünyanın dört bir yanından gönüllü katılımcılar anıtta yerini alır. Öğlen namazı sonrası DNA’sı tespit edilen 7 canın cenaze namazı ve defin işlemi gerçekleştikten sonra program sonlanır ve Başçarşı’ya tekrar geri dönüş başlar. 11 Temmuz akşamı saat 21.00 gibi Başçarşı’ya vardığımızda çantalarını sürükleyerek giden bütün yol arkadaşlarımız artık başka atıyor adımlarını. 4 gün 4 yıl gibi geliyor insana. O anı anlatmanın tarifi yok. Anlamlı bir yürüyüşü tamamlıyorsanız bir daha eskisi gibi bakamıyorsunuz yürüdüğünüz yollara.
Uzun ve düşünceli bir yolculuk sonrası, sanki hep ormanlarda ve çadırlarda yaşamışız gibi bir duyguyla grup arkadaşlarımızla vedalaşıp yaralanmış ruhumuzla karanlığın içine karışıyoruz. Şimdiden seneye tekrar gitmek için adımı listeye yazdırdım bile. Orada şahit olduklarımdan kendimi mesul görüyorum. Sorun olarak gördüklerim için çözüm adına adımlar atmaya başladığımı belirtmek isterim. Kendi çapımda sunabileceğim tüm katkımla Marş Mira' da yer almaya devam edeceğim inşallah.

Yürüyüşe Hazırlanmak İsteyenlere Tavsiyeler:
Fiziksel Hazırlık: Bu kolay bir yürüyüş değil. Bedeninizi hazırlayın. Düzenli yürüyüşler yaparak kondisyonunuzu artırın, zorlu arazilere alışın. Yürüyüşe başlamadan en az 2-3 ay önce antrenmanlara başlamanız faydalı olacaktır.
Ekipman: Rahat ve dayanıklı yürüyüş ayakkabıları şart (önceden giyilmiş olsun ki ayağınız vurmasın). Yeterli su, enerji verici atıştırmalıklar (kuru yemiş, çikolata), hava koşullarına uygun kıyafetler (katmanlı giyim, yağmurluk, şapka, güneş kremi) ve küçük bir ilk yardım çantası (ağrı kesici, yara bandı, antiseptik) hayat kurtarır.
Kamp Malzemeleri: Uyku tulumu (hava sıcaklığına uygun), hafif bir çadır ve mat gibi temel kamp malzemelerinizi unutmayın. Kamp alanları temel ihtiyaçları karşılasa da kişisel konforunuz için önemlidir.
Hijyen Malzemeleri: Diş fırçası, sabun, el dezenfektanı, küçük bir havlu gibi kişisel hijyen malzemelerinizi yanınızda bulundurun. Kamp alanlarında seyyar duş veya civardaki evlerin banyoları belirli saatlerde kullanılabiliyor.
Haritalar ve Yön Bulma: Yürüyüş rotasının haritası ve yön bulma ekipmanları (pusula, GPS özellikli telefon) yanınızda olsun. Organizasyonun belirttiği rotayı takip edin ve işaretli yollardan ayrılmayın.
Grupla İletişim: Asla yalnız kalmayın. Grubunuzla sürekli iletişimde kalın ve belirli aralıklarla buluşma noktaları belirleyin. Herkesin birbirine destek olması bu yürüyüşün ruhudur.

Bir Hafıza Yürüyüşü, Bir Gönüllülük Davası: Marş Mira Türkiye
Tahir Caner Beşok ile Srebrenitsa, Marş Mira ve Gönüllü Dayanışma Üzerine
Srebrenitsa ‘da yaşanan insanlık trajedisinin üzerinden neredeyse otuz yıl geçti. Ama acı hâlâ taze, yara hâlâ açık. Her yıl temmuz ayında binlerce insan, 1995'teki o büyük soykırımı unutturmamak için Nezuk ‘tan Potoçari ’ye doğru yürüyüşe geçiyor. Marş Mira yalnızca bir yürüyüş değil, bir hafıza direnişi ve insanlık çağrısıdır. Türkiye’den katılan gönüllüler içinse bu yolculuk, adanmışlıkla örülü bir vicdan seferberliği hâline geliyor. İşte bu adanmışlığın temsilcilerinden biri, Marş Mira Türkiye Koordinatörü Tahir Caner Beşok.
2014’te başlayan yolculuğu, gönüllü çabaları ve hiç bitmeyen motivasyonuyla Beşok, sadece bir yazılım lideri değil; Bosna için yüreğini ortaya koyan bir bilinç taşıyıcısı. Onunla bu yürüyüşün ruhunu, Türkiye’nin katkı potansiyelini ve yıllardır süren gönüllülüğün ardındaki hikâyeyi konuştuk.
Marş Mira Türkiye
Türkiye'den katılmak isteyenler için "Marş Mira Türkiye" gönüllü bir organizasyon olarak yanımızda. Konaklama, yemek, kamp yerleri gibi lojistik ihtiyaçlarımızı onlar organize ediyor; maliyetleri katılımcı sayısına bölerek yönetiyorlar. Bu organizasyon, yürüyüşün zorluklarından biraz olsun uzaklaşıp ruhuna odaklanmamızı sağlıyor. Bosna Hersek’e ve barışa gönüllü hizmet etmek, Boşnakların yalnız olmadığını göstermek... İşte bu, bizim amacımız. Bu amaca yönelik maddi yüklerden kurtulup biraz daha konforlu bir yürüyüş tercih etmek istiyorsanız Marş Mira Türkiye ekibiyle sosyal medya hesapları üzerinden iletişime geçebilirsiniz.
Marş Mira Türkiye Koordinatörü Sayın Tahir Caner Beşok ile Samimi Bir Sohbet
Öncelikle kendinizi ve Marş Mira ile olan bağınızı dinlemek isteriz. Bu yürüyüş sizin için nasıl bir misyona dönüştü?
Tahir Caner Beşok, 39 yaşındayım ve yaklaşık 12 yıldır Vodafone’ da yazılım takımı lideri olarak çalışıyorum. Açıkçası, Marş Mira dışında trekking gibi bir merakım yok. Bu yürüyüş, 2014’te başlayan ve benim için adeta bir misyona dönüşen bir etkinlik oldu.
Her şey, 2012’ye ait bir belgeseli izlememle başladı. Vedat Atasoy’un İZ TV için hazırladığı o belgeselde Srebrenitsa ve Marş Mira hakkında ilk kez bilgi sahibi oldum. Dört arkadaş, hiçbir detay bilgiye ulaşamasak da internetten araştırıp biletlerimizi alarak gitmeye karar verdik. Ne yiyip içeceğimizi bilmeden, 4 gün boyunca ekmek ve konservelerle beslendik. Sancak bölgesinden bir Boşnak grubun yardımıyla eşyalarımızı taşıyabildik. O ilk yürüyüş, bizim için hayatımızdaki en etkileyici deneyimlerden biriydi.
Bu deneyimden sonra, bir yazılımcı olarak marsmiraturkiye.org sitesini kurmaya karar verdiniz. Bu nasıl bir süreçti ve ne gibi hedeflerle yola çıktınız?
Evet, o dönüş yolunda bir yazılımcı olarak bu bilincin yaygınlaşması gerektiğini düşündüm ve hemen marsmiraturkiye.org sitesini kurdum. Aslında başta bir organizasyona dönüşme niyetimiz yoktu; ancak ertesi sene çevremizden 18 kişi daha bize katıldı ve pandemi öncesinde 180 kişiye kadar ulaştık. Pandemi sonrası sayımız 50’ye düşse de bu sene 117 kişi olduk. Devamlılık bizim için çok önemli. Mirza ve kuzenleri de bu misyonun önemli parçaları.
Türkiye'den gelen grupların katılımındaki devamlılık sorununun sizi ve Boşnak kardeşlerimizi ne kadar üzdüğünü biliyorum. Bu konuda yaşadığınız deneyimleri paylaşır mısınız?
Maalesef, en büyük sıkıntı Türkiye’den gelen grupların devamlılığının olmaması. Gelen gruplara bilgi verip devamlılığın önemini anlatıyoruz. “Geleceğiz, her sene buradayız” diyorlar ama devamlılığı sağlayan sayısı maalesef çok az. En büyük sorun bu; anlatıyorsunuz ama devamı gelmiyor. Türkiye’den gelen grupların devamlı olarak 3, 5, 50 kişi – neyse artık – bir katılım göstermesi lazım.

Marş Mira konusunda; Türkiye olarak, eksikliklerimiz ve katkıda bulunabileceğimiz alanlar neler? Gözlem ve deneyimlerinize dayanarak neler söylemek istersiniz?
Bu yürüyüşe aksatmadan katılım sağlamamız, her yıl bu gruplar içinde yer almamız gerekiyor. Mesela bu seneyi ele alalım; bu yılın neredeyse yarısı gruplar hâlinde aramızdaydı. Seneye o insanların kendilerinin bir şeyler yapmaları, birilerini getirmeleri; on iken elli olmaları ve bu devamlılığı bir şekilde sağlamaları önem arz ediyor. Devam ettirmek zor bir şey değil. Bizi görüyorsunuz, masraf neyse onu paylaşıyoruz, bir kazancımız olmadan gönüllü olarak organize edip başarıyoruz. Zamanımızı harcıyoruz. Biz yapabiliyorsak, o grupların da rahatlıkla bunları yapabiliyor olması gerekiyor; yani o kadar da zor bir şey değil.
Kızılhaç ekibi hakkında da bilgi verir misiniz?
Tabii. Onlar da Bosna’nın Müslüman bölgelerinden – daha çok Tuzla Kızılhaç’ı gibi – oralarda çalışan hemşire, veteriner, doktor vs. kişilerden oluşuyor. Özel izinle gelerek gönüllü olarak katılıyorlar. Onlar da 2014 yılında bizim gibi üç dört kişiyle başlayıp bu noktalara geldiler. Kızılhaç çalışanlarının Marş Mira yürüyüşü sırasında taşıdıkları sırt çantalarında belirli ekipman bulunuyor. Devletin sağladığı bir destek yok; her şeyi kendi imkânlarıyla karşılıyorlar.
Bu yürüyüş sırasında insanların sizden, yani Türkiye'den beklentisi nedir? Ve sizin bu gönüllülük faaliyetindeki kişisel motivasyonunuz nedir?
Aslında çok büyük bir beklentileri yok. Yanlarında olmamız onlara gerçekten mutluluk veriyor. Türk bayrağını gördüklerinde bayrak istiyorlar, Türk bayrağını seviyorlar. O yüzden onların yanında olmak, bayrak dağıtmak, yaşlıların hatırını sormak, çocuklara hediye vermek gibi basit destekler yeterli oluyor.
Ama daha ileri seviyede yapılabilecek çok basit şeyler de var. Mesela organizasyona sahra çadırları için battaniye desteği, Kızılhaç ekibine ilaç desteği verebiliriz. Yürüyüş yolunda, Amerikalıların US AID ile yaptığı gibi ihtiyaca yönelik dağıtımlar yapabiliriz. Bunlar çok rahatlıkla yapılabilir. Ciddiye alıp burada desteğimizi ortaya koymamız önemli.
Srebrenitsa soykırımı esnasında – ki siz de biliyorsunuz, görüntüsü dahi var – Sırp komutan “Türklerden öcümüzü almanın vakti geldi” deyip binlerce insanı katletti. Bu insanların Türklüğü ve İslam’ı benimsedikleri için zulüm gördüklerini biliyoruz. O yüzden tek destekçileri biziz diyebiliriz. Sırpların arkasında Ruslar, Hırvatların arkasında Almanlar var. Bosna’nın arkasında da Türkiye’nin olduğunu bizim her daim göstermemiz gerektiğini düşünüyorum. Kendilerini yalnız hissetmemeliler. Marş Mira yürüyüşü bu anlamda gerçekten önemli bir rol oynayabilecek bir yer.
Benim motivasyonlarımdan biri – çok dillendirmek istemem ama – kendimi bir misyoner gibi görüyorum açıkçası. Türkiye’den benim de bir Türk olarak faydam olsun istiyorum. Buradan elde ettiğim hayır da anneme, babama gitsin, bir hayır elde etmiş olayım diye düşünüyorum. Bizim başka bir beklentimiz yok.
Zamanında o belgeseli izlediğimizde, arkadaşlarla gerçekten o Sırp komutanın “İşte şimdi Türklerden öç alma vakti geldi. Sırbistan ve Srebrenitsa’ nın arasındayız” gibi sözleri bizi hakikaten çok derinden vurmuştu. Yıllardır devam etmemizdeki en büyük motivasyonumuz da aslında o sözlerdir diyebilirim.
Bosna'nın İslam için Avrupa'daki stratejik önemine ve gelecekteki potansiyel risklere dair düşüncelerinizi alabilir miyiz?
O insanlar Türklüğü ve İslam’ı tercih ettikleri için bu zulme uğradılar. Bu savaş anında ve öncesinde yeterince yanlarında olamadık. Şunu da bilmek lazım: Bosna, İslam’ın Avrupa’daki uç noktasıdır. Bihaç bölgesi özellikle Avrupa’da İslam’ı temsil eden en önemli yerlerden biri – ki Osmanlı’nın da ulaştığı en uç noktalardan biridir. Bu toprakları bırakmamamız gerekiyor. Bugün Sırpları görüyorsunuz, hiç değişmiş değiller. Yarın bir gün savaş çıkmayacağının garantisi yok. O yüzden bir Türk, bir Müslüman olarak bu topraklarda olmanın gerekli ve elzem olduğunu düşünüyorum.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Benim ve arkadaşlarımın elinden gelen bu. Umarım devlet ya da farklı kurumlar tarafından çok daha fazlası yapılır. Umarım Kızılay, İHH, AFAD, Diyanet, Ahbap gelir. Sağı solu fark etmez; farklı farklı gruplar gelsin ama gelsin, mutlaka burada olsun. Bizim yaptığımızın 100 katını yapsınlar. Umarım o günler gelir ama maalesef yıllardır şu ana kadar böyle kalıcı bir efor göremedim maalesef ortada henüz oturmuş, devamlılığı olan bir yapılanma göremiyorum. Biz de bırakırsak olmayacak. Bu sene birçok grup ve insan bizim sayemizde katılıp rahat bir kamp ve yürüyüş gerçekleştirdi. O yüzden umarım Türkiye tarafından bu eforlar artar, biz de artık kendimizi rahat hissederiz.
Srebrenitsa’ nın Kalbinde Bir Vicdan Mekânı: Potoçari Han
Cenita Kocaman ile Srebrenitsa Soykırımı, Marş Mira ve İnsanlık Sorumluluğu Üzerine
Srebrenitsa Soykırımı, yalnızca Bosna Hersek’in değil, insanlık tarihinin en karanlık lekelerinden biri. Her yıl 11 Temmuz’da, binlerce insan bu büyük acıyı hatırlamak ve hatırlatmak için Marş Mira yürüyüşüne katılıyor. O kalabalığın içinden biri her daim dikkat çekiyor: elinde telsizi, gönüllü ekibiyle birlikte oradan oraya koşturan bir kadın... Burası sadece bir yürüyüş değil; bir hafıza, bir adalet çağrısı. Ve bu çağrının merkezinde, bir iyilik mekânı yükseliyor: Potoçari Han.
Srebrenitsa Şehitliği'nin hemen yanı başında yer alan Potoçari Han, anma yürüyüşüne katılan binlerce kişiye konaklama, yemek, duş ve dinlenme imkânı sunuyor. Ama bundan daha fazlası: Bu yer, bir dayanışma alanı, bir insanlık nöbeti. İşte bu anlamlı yapının ve birçok başka sosyal projenin arkasındaki isimlerden biri olan Cenita Kocaman ile duygusu, sorumluluğu ve vicdanı yüksek bir söyleşi gerçekleştirdik.

Sizi tanıyabilir miyiz?
Ben Cenita Kocaman. Sancak’ın Novi Pazar şehrinde doğdum ama hayatımın büyük kısmı Türkiye’de geçti. Kendimi hem Türkiye’nin hem Bosna’nın bir parçası olarak görüyorum. Muzaffer Çilek’in kurucu başkan olduğu Bosna Hersek ile İlişkileri Geliştirme Merkezi Vakfı’nda (BİGMEV) Genel Sekreter olarak görev yapıyorum. BİGMEV, Türkiye ile Bosna Hersek arasında yatırım, ticaret ve kurumsal ilişkileri geliştirmek için 16 yıldır çalışan uluslararası bir iş geliştirme vakfıdır. Bu görev sayesinde iki vatanım arasında bir köprü olabilmek benim için büyük bir onur.
Srebrenitsa soykırımı hakkında neler söylemek istersiniz?
Srebrenitsa Boşnak Soykırımı, Bosna tarihinde yaşanmış onlarca soykırımdan sadece biri… Ama belki de en acı olanı. Çünkü dünya gözü önünde, Birleşmiş Milletler ’in “koruması” altında binlerce masum Boşnak silahsızlandırılıp Sırp güçlerine teslim edildi. Üç gün boyunca 12 yaş üstü tüm erkekler sistematik şekilde öldürüldü. Kadınlara tecavüz edildi, aileler parçalandı, binlerce insan göç etmeye zorlandı. Çok azı kaçıp kurtulabildi.
30 yıl geçmesine rağmen, her yıl yeni toplu mezarlar bulunuyor ve kimliği tespit edilen kurbanlar 11 Temmuz’da gözyaşları eşliğinde toprağa veriliyor. Bu yıl da 7 şehidimize cenaze töreni düzenlendi.
Geçtiğimiz yıl Birleşmiş Milletler ‘in 11 Temmuz’u resmen “Srebrenitsa Soykırımı Anma Günü” ilan etmesi önemli bir adım oldu. Ama yetmez. Bu acı unutulmasın diye her gün, her yerde hatırlatmak hepimizin görevi. Aslında ders alınmadığını Gazze’de yaşananlardan maalesef görüyoruz; bunun için daha çok çalışmamız lazım. Alija Izzetbegoviç’ in de dediği gibi, intikam değil adalet peşinde koşacağız.

Marş Mira yürüyüşünde sizi Potoçari Han’da hep koştururken görüyoruz. Potoçari Han fikri nasıl doğdu?
Potoçari Han’ın kurucusu Muzaffer Çilek, aynı zamanda BİGMEV’ in de kurucu başkanı. Marş Mira’ ya katıldığı bir yıl, bölgede insanların yaşadığı zorlukları bizzat gözlemlemiş ve "Bu insanlara kalıcı bir destek bırakmalıyız" diyerek bu anlamlı projeye öncülük etmiştir. Potoçari Han böyle doğdu.
Hanımız, Srebrenitsa Şehitliği’nin hemen yanında, Marş Mira yürüyüşüne ve anma programlarına katılan binlerce kişiye ücretsiz konaklama, yemek, duş ve dinlenme imkânı sunan bir yer. Bu hizmeti dört yıldır büyük bir gönüllülükle sürdürüyoruz.
Bugün sadece 10-11 Temmuz’da değil, yıl boyunca restoranı, oyun parkı, kafesi ve toplantı salonlarıyla hizmet veren dört yıldızlı bir otel aynı zamanda. Bölgedeki önemli bir ihtiyaca cevap veriyor.

Potoçari Han’da neler yapıyorsunuz, kaç kişiyi ağırlıyorsunuz?
Her yıl gelen ziyaretçi sayısı artıyor, bu da bizi çok mutlu ediyor. Otel odaları, yatakhaneler ve çadır alanlarıyla binlerce kişiyi ağırlıyoruz. Ayrıca onlarca duş, tuvalet, mescit ve dinlenme alanı mevcut.
Yemeklerimiz, tatlılarımız, meyvelerimiz ve kahvelerimizle sadece fiziksel değil, ruhsal bir doyum sağlamaya çalışıyoruz. Bu yıl 20 binden fazla kişiye hizmet verdik. En güzeli de bu örneğin başka projelere de ilham olması.
Srebrenitsa' nın daha çok Potoçari Hanlara ihtiyacı var.
Potoçari ‘de yaşadığınız en unutulmaz anı nedir?
Dört yılda o kadar çok şey birikti ki… Ama beni en çok etkileyen, farklı yerlerden, farklı kimliklerden binlerce insanın aynı amaçla bir araya gelmesi: yaşlı, genç, kadın, erkek, imam, sporcu, bisikletli, motorcu, gazi, diplomat… Herkes orada aynı hissi taşıyor: “Unutma ve unutturma!”
O anlarda kalpler tek yürek oluyor. Gözlerde hem acı hem umut var. Bu duygunun tarifini kelimelerle yapmak zor.Sadece Potoçari Han değil, birçok sosyal sorumluluk projesinde yer aldığınızı biliyoruz. Biraz bahseder misiniz?
Bu başlı başına bir röportaj konusu aslında :) Ama evet hem Türkiye’de hem Bosna Hersek’te elimden geldiğince hem işim icabı hem bireysel gönüllü olarak birçok projede aktif olarak yer alıyorum. İnsana ve insani değerlere dokunan her proje benim için kıymetlidir.
Potoçari ’de misafir olarak kalanlara bir mesajınız var mı?
Srebrenitsa sadece bir coğrafya değil, bir insanlık sınavıdır. Bu sınavda tarafsız kalmak mümkün değil. Herkesin, imkânı ölçüsünde, buraya gelmesini bir insanlık görevi olarak görüyorum.
Yıl dönümlerinde ziyaret çok değerli ama 365 gün boyunca şehitliği, müzeyi, bu şehri ziyaret edebilirsiniz. Konaklayacak yeriniz hazır. Unutmamak, unutturmamak ve bir daha asla yaşanmaması için buradaki mücadeleye destek olmak çok kıymetli.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Bu röportaj vesilesiyle Srebrenitsa ’da yaşananları bir kez daha hatırlatabilme imkânı bulduğum için teşekkür ederim. Bu sadece geçmişin değil, geleceğin de meselesi. Sessiz kalmak, yeniden yaşanmasına göz yummak demek. Bu acıyı bilen herkesin sesi olması gerekir.
MARŞ MİRA 2025 KATILIMCI DUYGULARI

Berkin Türkoğlu
Srebrenitsa sadece Boşnaklara yönelik değil, Türkleri Avrupa’dan silmek için izlenen soykırım politikasının bir parçasıydı. "Bosna Kasabı" Ratko Mladiç’in, soykırımdan hemen önce “Türklerden intikam alma vakti geldi” sözleri, tarihin hafızasına kazındı. Bugün, Srebrenitsa ’da hâlâ bir mezar taşı için bekleyen anneler var. Genç Boşnaklar ise artan gerilim nedeniyle yeni bir savaşın çıkmasından endişeli. Türkiye'den beklentileri büyük. Sosyal yardımlar anlamlı ama yetersiz; Boşnaklar arkasında Türk ordusunu hissetmek, yalnız olmadıklarını görmek istiyor.
Marş Mira yürüyüşü yalnızca geçmişin izlerini değil, geleceğe dair umutları da taşıyor. O yürüyüşte Türk bayrağını gören şehit annesinin gözyaşı, bir milletin vefasını arıyor. Çünkü burada “Türk beklenendir” sözü sadece bir slogan değil, bir hakikattir. Boşnaklar, Türkiye’yi yanlarında görmek istiyor. "Türklük", bir ırk değil, adaletin göğe savrulmuş okuysa, o okun düştüğü yerlerden biri de Bosna’dır. Ve bizler, bu çağrıyı duymak zorundayız.

Engin Önder
Ne hissettiğimi sorarsanız… Aslında o topraklarda yaşayan insanlar, farklı dinlere inanmış olsalar da aynı kökten geliyorlar. Aynılar… Ama dinin arkasına saklanarak yapılan kötülükler orada insanın ne kadar kolay yozlaşabildiğini gözler önüne seriyor. "İnsan olmak" diyoruz ya… O kelimenin içinde hem iyilik hem kötülük var. Ve ben orada kötülüğün, korkunun insan bedeninde nasıl hayat bulduğunu gördüm.
Buna rağmen inanılmaz güzel, cennet gibi bir coğrafya. Ama birlik ve beraberliği, maalesef, bizim güzel Türkiye’miz kadar koruyamamışlar. Yol boyunca karşılaştığımız insanların, hiç tereddüt etmeden evlerini, sofralarını bize açmaları beni geçmişe, eski Türkiye’ye götürdü. Misafirperverlikleriyle birlikte ben de kendi hayatımı sorguladım.
Bu kısacık ömürde “ye, iç, giyin, eğlen, kimseyle bir şey paylaşma” diyen modern sistemin bizi getirdiği noktayı düşündüm. Ve yürüyüşün sonunda, oradaki insanların desteğe ne kadar ihtiyaç duyduğunu, acılarını paylaştıkça yüzlerinde beliren mahcup ama onurlu bir tebessümü gördüm.
Son gün hissettiğim en güçlü duygu şuydu:
“Bizi unutmayın.”
O sessiz ama derin haykırış, hâlâ kulaklarımda. Onca acıya rağmen dimdik ayakta duran o onurlu duruşa saygı duymamak mümkün değil.

Teşekkür Mesajı
Bu anlamlı yolculuğumuzda karşılaşılabilecek tüm sorunları önden tespit edip çözen, kolaylaştıran; başta Marş Mira Türkiye ekip lideri Tahir Caner Beşok'a, Bosna Hersek ayağından destek ekibi Mirza Music, ailesi ve kuzenlerine, Mustafa Ergün'e, Yusuf Ahmet Kulca ‘ya, Nisa Türköz'e, Samet Konyalı ’ya, tüm gönüllü destekçilere, samimi arkadaşlıkları için Ayşegül’e, Ebrar’ a ve özellikle birçok şeyi paylaştığımız sevgili yoldaşım, arkadaşım Engin Önder’e çok teşekkür ederim. Yine yeniden asla unutamayacağım ve iyi ki katılmışım dediğim bir yolculuk oldu.
Seneye aynı yolda yürümek duasıyla...
Aynur Karabulut- Aktivist, Bağımsız Gazeteci, Savaş Muhabiri
Marş Mira Katılımcısı (3 Yıl)
MARŞ MİRA 2025
Yorumlar