top of page
Ara
  • Yazarın fotoğrafıAynur Karabulut

ÇOCUKLUK HAYALİM, KUTSAL SEVDAM KUDÜS / 3

Kalbimizi titreten bir haykırıştır Kudüs!

“Kudüs işgal altındayken ben nasıl gülebilirim ki?” Diyen Selahaddin Eyyubi’nin izinden gidenlere selam olsun. İlk kıblemiz olan Kudüs, sürekli cihadımız olmadıkça sözden öteye geçemeyeceğimizi kavramak zorundayız. Hz. Peygamber’in müjdesi ve emaneti olan Kudüs, Müslümanların istikbal ve istiklalidir. Özgürlüğümüzün ve esaretimizin Kudüs’ün özgürlük ve esaretine bağlı olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız. Allah’ım miraca şahitlik ettirdiğin Kudüs’ün, özgürlüğüne de bizleri şahit kıl! Ey Kudüs! Ey Peygamberler kokusu, ey yerin göklere en yakın avlusu bizi bırakma!”

Siz Yafa ile ilgili bilgileri okurken biz Hotele yerleşmek için kalan zaman diliminde Rabiatül Adeviyye, Selman-ı Farisi, Samuel Peygamber, Hz. Davut’un makamlarını, Dormition, Trappist Gethsemane Manastırı (Getsemane), Milletler Kilisesini, Hz. İsa’nın son akşam yemeğini yediği ve göğe yükseldiği yeri ve bölgedeki birçok kiliseyi rehberimizin detaylı anlatımı eşliğinde ziyaret ettik. Hz. Davut (as) makamını ziyaret edip farklı bir bölgeye geçmek için çıktığımızda bir grup Yahudi’nin eğlendiğini fark ettik. Müzik sesine doğru ilerlediğimizde Yahudi bir çocuğunun sünnet düğünü olduğunu öğrendik. Ortaya aldıkları çocuğun etrafında borazanlar eşliğinde bağıra bağıra şarkılar, ilahiler söylüyor, alkışlıyor, zıplayarak ritim tutuyorlardı. Sünnet çocuğunu bu makam ziyaretine getirmek Yahudilerde bir gelenekmiş. (Bizde ki Eyüp sultan, türbe ziyaretleri gibi düşünün.) Çok eğlenceli ve tıpkı bizlerin sünnet düğünlerinde yaptığı gibi müzikli, dualı, kilise gezdirmeli törenin Yahudi versiyonunu dakikalarca izledik. O kadar eğlenceliydi ki grup otobüse doğru ilerlerken biz sona kaldığımızı fark etmemiştik bile.

Sokaklar, caddeler çok hareketliydi. Kiliselere girip çıkmaktan üzerimize resmen kilise kokusu sinmişti ama bu kadim şehri anlamak için üç semavi dinin kutsal şehri sayılan Kudüs’ü, bütüncül bir bakış açısıyla görmek, değerlendirmek gerekiyordu. (Bu arada Yahudi ve Müslümanların yaşam şekilleri arasında ciddi benzerlikler olduğunu gözlemledik. Yahudiler de Kudüs’te işgalci İsrail’i istemiyor ama Müslümanları da istemiyorlar. Yahudi mahallesine geçtiğimizde onlarla ilgili daha fazla detay aktaracağım) Saatler öğlen 12.00’yi geçmiş hotele gidip dinlenme vakti gelmişti. Gruptan bazı arkadaşların “kilise görmek istemiyoruz” söylemleri başlamış hatta birçok kiliseye girmeyi tercih etmeyenlerde olmuştu.

Hotele yerleşmek için Musevilik, Hristiyanlık ve İslam dinlerinde önemli bir yeri olan Zeytin Dağına doğru yol aldık. Zeytin dağına çıktığımızda muhteşem panoramik görüntüsüyle, tüm ihtişamıyla Kudüs karşımızdaydı. İnanamıyorum, gerçekten Kudüs’teydim. Altın renkli görkemli kubbesi ile karşımda duran Mescid-i Aksa ile bakışıyordum. Bu muazzam manzara eşliğinde rehberimizden bölge hakkında bilgilendirme alarak Yahudi mezarları, panoramik Kudüs manzarası ile bizi bekleyen hotelimize saat 13:00 gibi yerleştik. Mescid-i Aksayla ilk bakışmamız Hotele doğru yürürken tepeden olmuştu. Uzaktan yaşadığı zulme şahit olup hayıflandığımız Kudüs’ü; hüzünlü, hayran hayran dakikalarca izlemiş duygulanmıştık. Allah biliyor ya ne çok istemiştim burada olmayı ve sonunda buradaydım. Kudüs karşımdaydı. Mescidi Aksa uzaktan da olsa bana gülümsüyor gibiydi.

Zeynep’le iki kişilik odada kalıyorduk. Hotel konforlu gayet temizdi. Kilise kokan kıyafetlerimizden kurtulup öğlen namazı sonrası dinlenmeye çekildik. Akşam ve yatsı namazını kılmak için Mescid-i Aksay'a gidecektik. Heyecandan uyku tutmamıştı. Nihayet kavuşacaktık.

Saatler 16.00’yı gösterdiğinde buluşma noktasına inmiştik, bütün arkadaşlar otobüste ama grubun seyahat başladığından beri bekleterek gelen kişisi için bekliyorduk yine. Kendisi de aramıza katılınca Mescidi Aksa’ ya doğru yol almıştık. Ve aslanlı kapının önündeydik. Biraz yürüdükten sonra ulaşabilecektik sevgiliye. Taş duvarların arasından daracık sokaklardan geçerek Aksa öncesi ilk arama noktasına ulaştık.

Kontrol noktasında ki İsrail askerlerinin üzerlerinde ki tam teşekkülü silah ve teçhizatlarına rağmen gözlerindeki korkuyu görmeniz gerekiyordu. Gözlerindeki korku ve tedirgin halleri bana Hendek savaşı sonrası inen Ahzâb Suresinin 26/27. ayetlerini hatırlattı.

"Allah, Ehl-i kitap’tan onlara destek verenleri kalelerinden indirdi, kalplerine korku saldı; artık onların bir kısmını öldürüyorsunuz, bir kısmını da esir alıyorsunuz.

Onların topraklarını, evlerini, mallarını, o zamana kadar ayak basmadığınız bir toprağı size Allah miras bıraktı. Allah her şeye kadirdir."

(Şöyleki; Hendek Savaşı’nın ardından düşman çekilip gidince Müslümanlara hıyanet eden, antlaşmayı bozarak onları arkadan vurma kararı alan Benî Kurayza Yahudileri büyük bir korkuya kapıldılar, kalelerine çekilip korunma tedbirleri aldılar. Ancak hak ettikleri âkıbete ne korku engel olabildi ne muhkem kaleler ne de alınan çeşitli tedbirler. Kuşatma altında bir müddet kaldıktan sonra teslim oldular; ihanetlerinin bedeli olarak savaş suçluları idama mahkûm edildi.)

Gerçekten “kalplerine korku salınan” Yahudilerin vücut bulmuş halini burada bariz bir şekilde görebiliyorduk. Poşetler, çantalar aranarak içeri girdik. Adım adım yaklaşıyorduk.

Tüm cazibesiyle Mescid-i Aksa ile bakışıyorduk. Bir sevgiliyle buluşmaya giderken ki heyecan gibi bir heyecan sarmıştı. Karşımda tüm heybetiyle duran Aksaya coşkuyla, çocuksu bir merak ve istekle yürürken zihnimden geçen tek şey; peygamberimiz (sav)’in bu yollardan yürümüş, belki de bastığımız bu yerlere basmış olma düşüncesiydi. Mekanların bir ruhu olduğuna tüm kalbimle inanırım. Girdiğim mekanlarda o ruhun manevi, soyut izlerini hissetmeye, onları yakalamaya çalışırım. Burada da kalabalık arasında o manevi duyguyu yaşamak için içimde bir yolculuğa çıkmayı denedim.

Çok derin bir düşünce halindeyken hızla ayaklarıma çarpan bir şeyle kendime gelmiştim. Hoop! Ayaklarımın dibine bir top gelivermişti. Aksa bahçesinde top oynayan meşhur çocuklar ve gençlerin arasındaydık. Bir hayalin içinde ilerliyor gibiydim. Mescidin kapısındaydık. Hayran kalmış, duygulanmış, istem dışı ağlar bir vaziyette içeri girdik. Ağlıyorduk çünkü kavuşmuştuk. Kavuştuğumuz için mi, kavuştuğumuza inanamadığımız için mi ağlıyorduk bir fikrim yoktu. Sadece gözyaşları istemsizce akıyor, durduramıyorduk. Orada olmanın verdiği hissi kelimelere dökmenin tarifi yok. Düşünsenize peygamber efendimiz canlı canlı o bahçelerden yürümüş, buradan göğe yükselmiş, yüce yaratıcının huzuruna arada perde olmaksızın varmış. Ve yüce Allah bize; böylesi kutsal bir mekanda cemaatle namaz kılmayı, cumayı ve miracı yaşamayı nasip etmişti. Bu mutluluğun tarifi yok.

Yatsı vaktine kadar bahçesinde vakit geçirmiş, içerisinde oturmuş, bol bol bakışmıştık. Yatsı namazını cemaatle eda ettikten sonra grubun buluşma noktasına doğru yol almıştık.

Hala inanamıyor ve Zeynep’le gerçek mi diye birbirimize soruyorduk. Hotele geçmek için yürümeye başladığımızda bulduğumuz bir bakkaldan 1,5 litresi 4 dolardan iki şişe su almıştık. Hotele ulaştığımızda akşam yemeği için salona geçtik. Çeşit çeşit zengin, temiz, lezzetli menüsüyle yemekler bizi bekliyordu o zaman ne kadar acıktığımızı ve o saatte kadar hiçbir şey yemediğimizi fark ettik.

Bugünlük gezimiz bu kadardı. Sabah namazı için program yapılmış ve herkes odasına çekilmişti. Yatağıma uzandığımda bir gün boyunca gezdiğimiz, gördüğümüz yerleri düşünüyor, bazen sırıtıyor, bazen gözyaşı döküyordum. Onca yorgunluğa rağmen bir türlü uyku tutmamıştı. Yarın Miraç Gecesi ve biz bu mübarek gecede Miracın yaşandığı kutsal belde Kudüs’ teyiz. Oruç tutmaya niyet edip sabah namazı için saatlerimizi kurduk ama ne ben ne Zeynep saatleri duymamıştık. (Ki ben asla derin bir uykuya dalamam en ufak seste uyanan biriyim ama ikimizde uykuda kalmışız) Hilmi hoca aradığında bütün ekip otobüsteymiş “hocam siz gidin biz taksiyle yetişiriz” dedik. Yataktan fırlayıp nasıl abdest alıp hazırlandığımızı hatırlamıyorum bile. Lobiye indiğimizde olmayan Arapçamızla taksi çağırtmıştık. Taksiye binip yine olmayan Arapçamızla Aksaya 15 dolara götürdüğünü öğrenmiş ve olmayan Arapçayla pazarlık yaparak 10 dolara bağlamıştık. Taksi kestirme yoldan hızlıca aksaya ulaştırmıştı. Kontrol noktasına geldiğimizde Hilmi hoca ve grup arkadaşlarımız oradaydı. Onlar bile şaşırmıştı bu kadar hızlı gittiğimize.

Sabah namazlarını Mescid-i Aksa da kılamıyoruz çünkü yatsı namazından hemen sonra hiç beklemeden kapatılıyor. Sabah namazını Kıble Mescidinde kılmıştık. Ardından hotele geçmiştik. Niyetli olanlar odaya çekilirken niyetli olmayanlar kahvaltı salonuna yönelmişti. Buluşma saatinden daha erken bir vakitte aşağı inmiş tepeden Kudüs’ü, Aksa’yı, Yahudi mezarlığını seyre dalmıştım.

Hem cuma hem Miraç olması hasebiyle Kudüs sokaklarında çok yoğun bir kalabalık vardı. Zor ilerliyorduk. Aksa’ya vardığımızda Cuma vaktine kadar; Hz. Ömer, Mervani Mescidlerini, Miraç ve Ervah Kubbelerini, Nebiler Mihrabı, Kıble ve Burak camiyi rehberimizin anlatımı eşliğinde ziyaret ettik.

Cuma namazı için Mescid-i Aksaya vardığımızda bütün kapılardan denememe rağmen içeri girememiştim. Montumu çıkarıp yere sermiş ve bahçede saf tutmuştum. Gölgesi serin güneşi tatlı tatlı yakan Aksanın bahçesinde namaz kılmakta başka bir huzur vermişti. Namaz sonrası rehberimizle buluşup Mescid-i Aksa alanında bulunan İslam mimarisinde ilk kubbe örneğinin mimari olarak uygulandığı Kubbetü’s Sahra ve Hz. Muhammed (s.a.v) ‘in Miraç’a çıktığı yer olarak kabul edilen Muallak Taşı, Kadim Aksa Mescidi, Eski Kudüs bölgesindeki ziyaretlerimizi gerçekleştirdik. Ardından Musevilerin yıkılan Büyük Tapınaklarının yasını tuttukları Ağlama Duvarını, Memlük dönemi mimari özelliklerini korumuş Arap çarşılarının pitoresk pazar tezgahlarını ziyaret ettik. Arap kahvesinin, felafelin ve Nablus künefesinin tadına niyetli olduğumuz için bakamadık ama aklımıza yazdık.

Ağlama duvarının olduğu meydana yoğun güvenlik tedbirleri alınmış kapılardan geçtik. Yahudi bölgesinin düzenli ve temizlik yolları dikkat çekse de kasvetli bir havası vardı. Bu kasvetli, ağır hava eşliğinde ağlama duvarına doğru ilerledik. İlginç kıyafet, saç ve bıyıklarıyla oldukça dikkat çekiciydiler. Ağlama duvarı erkek ve bayan olmak üzere iki bölüme ayrılıyordu. (Yahudilerde de erkek kadın karışık değil ayrı ayrı bölümlerde ibadet eder) Duvarın önlerine doğru ilerledim. Bayanlar duvara yüzlerini dönüp zikir edasıyla ibadet ediyorlardı. Erkek kadın bölümü arasına çekilen paravanın yükseltisine çıkıp erkekleri izledim. Askerler, yeni mezun olanlar burada bir seremoninin içerisindeydiler. Yazdıkları mektupları duvarlara sıkıştırıyor, duvar dibine bırakıyorlardı. Onları izlerken bizim gruptan her kilisede mum yakan, her mescitte, türbede sünnet namazı kılan ve tüm grubu bekletmesiyle meşhur olan arkadaşımızın ağlama duvarına da mektup bıraktığını şaşkınlıkla izledim. Ağlama duvarının bahçesinde bulunan ve kutsanmış sudan içen Yahudileri izlerken sanki bizim türbelerdeki çeşmelerden şifalı su diye içenleri anımsadım. Ağlama duvarının içerisinde öğrencilerin eğitim aldığı bir yer vardı. Ağlama duvarı meydanında bulunan tuvaletlerde gruptan bazı arkadaşlarımız abdestlerini tazelediler. Biraz serbest zaman ve rehberimizin verdiği bilgiler sonrası Ağlama duvarı meydanının kasvetli havasından yavaş yavaş uzaklaştık.

Daracık sokaklardan geçerek Aksaya doğru yol aldık zira akşam namazı vakti yaklaşıyordu. Yahudi mahallesinden Müslüman mahallesine girip Mescid-i Aksa’ya yaklaştıkça içimi kaplayan huzursuzluk ve kasvetten uzaklaştığımı, yüreğimin ferahladığını hissediyordum. Akşam namazımızı kıldıktan sonra yatsı namazını ve sonrasında Miraç Gecesi vesilesiyle kıldırılacak tesbih namazını ibadet ederek bekledik. Biraz Aksa bahçesine çıkıp etrafını dolaştık. 124 bin peygamberin namaz kıldığı yerde namaz kıldık. Fazla vakit kaybetmeden Aksa dolmadan cemaat çarşı pazar, fotoğraf çekimi için dışardayken Miracı içerde geçirmek için içeri geçtik. Güzel bir yer bulduk. Yavaş yavaş dolmaya başladı hatta kapılardan taşan cemaat avlusu, bahçesi her yerde saf durmuştu. Cemaatle kılınan Yatsı namazı ve tesbih namazı sonrası bol bol dua etmiştik. Niyetli olduğumuz halde yanımıza iftar etmek için bir şey almadığımızdan o saate kadar oruçlu durduk. Ama ilginçtir ki açlık hissetmiyorduk. Grupla buluşma saati yaklaşınca Aksa’dan dışarı çıktığımızda dışardaki kubbenin altında bir zikir programı vardı bir müddet ona eşlik edip gruba doğru ilerledik.

Otobüse bindiğimizde ağlama duvarına mektup koyan ve bekletmeyi adet edinmiş arkadaşımız yine yoktu. (O sırada gruptan bir abimizin; “ablamızın maşallahı var, her mescitte, türbede sünnet kıldı, her kilisede mum yaktı, valla ağlama duvarına da mektup bıraktı. Bütün dinlerden, bütün yollardan şansını denedi, artık hangisi tutarsa. Birinden biri tutar elbet” dediğinde tüm otobüs kahkahalara boğulmuştuk. Özenle seçilmiş bir grup olsak anca bu kadar olurduk.) Hotele gidip iftarımızı açmıştık.

Artık dinlenme saatiydi ama gece dışarı çıkmak istiyorduk. Biz böyle konuşurken üç evli genç çift ki çok tatlı, güzel arkadaşlar dışarı çıkma ihtimalleri olduğunu istersek eşlik edebileceğimizi söylediler. Böylesi bir fırsatı tabi ki kaçıramazdık. Onlar karı koca üç çift ben ve Zeynep 8 kişi gece dışarı çıktık. İçlerindeki iman aşkının yüzlerine nur olarak yansıyan bu kardeşlerimizle Hz. Selman-i Farisi’nin makamına gittik. Makam kapanmıştı ama arkadaşlarımızın kapısında içten tüm samimiyetleriyle ettikleri duaya eşlik etmiştik, bir gece vakti o makamın kapısında o güzel kardeşlerimizin duasına girmekte vardı kısmette.

Üç erkek makamın kapısının önünde, eşleri bizlerin yanında geride duruyordu. Erkek kardeşlerimiz zikre niyet ettiler. Ve kalpten gelen bir zikre başladılar gecenin karanlığı zikrin ritmi içimin ürpermesine neden olmuştu. Başka bir boyuta geçmiş, başka bir alemdeymişim gibi hissetmiştim. Zikir kalbe ulaşıp ritmi arttıkça verdiği hazın tarifini yapmam imkansız. O kadar güzel bir zikir olmuştu ki hayran kalmış ve bizi bu atmosfere kabul edip dahil ettikleri için minnet duymuştum. Hayatımın ilk canlı zikrine bir makam kapısında, Kudüs’te şahit olmak kısmet değil de neydi. Bu kardeşlerimizle derin bir sohbet eşliğinde hotelin yolunu tutmuştuk.

Bu sırada önünden geçtiğimiz bakkaldan 1,5 litre suyun 1 dolar olduğunu duyunca bir önceki gece 4 dolara aldığımız suyu hatırlamadan geçemedik. (Mescid-i Aksa civarından değil de mahalle arasında aldığımızda fiyatların ciddi oranda düştüğünü de deneyimledik) Sularımızı alarak gecenin sessizliği içimizdeki huzurla hotele doğru ağır ağır yol aldık. Odamıza geçtiğimizde hala zikrin etkisindeydim. Hayatımda daldığım en huzurlu uykuydu sanırım.

Sizler için Kadim şehir Kudüs’te gezdiğimiz mescit, türbe, kilise, makamların tarihçelerini, önemlerini derledim. Miraç gecesini hatırlamak adına o geceye dair notları ekledim ve Ağlama duvarının Yahudiler için önemini iliştirdim siz onları okurken biz iyice dinlenelim zira yarın sizinle beraber biraz uzaklaşıp Nab-ı Musa, El Halil, Eriha’yı ziyaret edeceğiz.

KADİM ŞEHİR KUDÜS

Üç ilâhî dinde de önemli bir yere sahip olan ve kutsal sayılan şehir.

Lut gölünün bulunduğu çukur alanın batısında ve bu alandan fay diklikleriyle ayrılmış olan Yahudiye platosunun dalgalı yüzeyi üzerinde kurulmuştur. Lut gölüne 24, Akdeniz kıyılarına kuş uçuşu mesafe olarak 52 km. uzaklıkta bulunan şehrin deniz seviyesinden yüksekliği Harem-i şerif’te 747 metredir.

Tarihi oldukça eski olan Kudüs şehrinin adının geçtiği bilinen en eski belge milâttan önce XIX ve XVIII. yüzyıllara ait Mısır metinleridir. Latince’ ye Jerusalem ve Jerosolyma olarak geçmiştir. Kudüs şehrinin Batı dillerindeki adı da Jerusalem’ dir. Kudüs şehri Moriya, Yebus, Sion, Dâvûd’un şehri ve Ariel gibi isimlerle de anılır. Öte yandan buraya şehir, adalet yurdu, inananlar şehri, barış şehri, doğruluk şehri, Allah’ın şehri, orduların rabbinin şehri, mukaddes şehir gibi isimler de verilmiştir. Şehrin Arapça’ daki adı olan Kuds’ün bu son isimden geldiği belirtilmektedir. Müslümanlar da şehre çeşitli isimler vermiş olup bunların başında “bereket, mübarek olmak” anlamına gelen Kuds yer almaktadır. X. yüzyılın başında Karâî bilginler Kudüs şehrini Beytülmakdis, mâbedin bulunduğu alanı da Kuds diye adlandırmaktaydılar. İbrânîce’nin yerine Ârâmîce’nin geçtiği XI. yüzyıla ait mektuplarda Kudüs şehrine “’İr hakkodeş” deniyordu ki bunu “kutsal şehir” yerine “mâbed şehri” diye tercüme etmek daha doğrudur. Kur’an’da Kudüs ismi geçmediği gibi İslâm kaynaklarında bu şehrin adı olarak zikredilen diğer isimlere de rastlanmamaktadır. Ancak müfessirler, Kur’an’daki “el-Mescidü’l-Aksâ” (el-İsrâ 17/1), “mübevvee sıdk” (Yûnus 10/93) ve “el-arzü’l-mukaddese” (el-Mâide 5/21) gibi tabirlerle ya Kudüs’teki Beytülmukaddes’in (Taberî, XV, 16-17) ya da genellikle söz konusu şehrin de içinde bulunduğu Filistin topraklarının kastedildiğini belirtmişlerdir.

Kudüs’ün tarihi çok eskilere dayanmaktadır. Şehirde bulunan milâttan önce IV. binyıla ait çömlekler, bu binyılın son bölümünde şehrin güneydoğu kısmında bir kavmin yaşadığını, ilk ve orta Bronz çağına ait bulgular, III. binyılda ve II. binyılın ilk devirlerinde Hiksoslar dönemi ve öncesinde bu bölgede insanların bulunduğunu göstermektedir. İslâm tarihçilerine göre ilk kurucuları Amâlika olan Kudüs şehri, tarih sahnesine ilk defa Erken Bronz çağında diğer bazı eski Ken‘ân şehirleriyle birlikte çıkmıştır. XIX ve XVIII. yüzyıllara ait Mısır metinlerinde Kudüs bir Ken‘ân site devleti olarak zikredilir.

Dâvûd bütün İsrail’e kral olunca Yebusîler’in hâkim olduğu Kudüs’e karşı harekete geçip Sion Hisarı’nı almış ve buraya Dâvûd’un şehri adını vermiştir. Kudüs’ü krallığın merkezi yapan Dâvûd şehri güçlendirmiş, Yebusîler’in Zion (Sion) dedikleri hisarı yeniden imar etmiş, kendisine bir ev yaptırmış, orayı dinî bir merkez haline getirmek istemiş ve bunun için ahid sandığını Kudüs’e getirterek sarayına yakın bir yerdeki çadıra yerleştirmiştir. Hz. Dâvûd’dan sonra oğlu Süleyman yedi yıl içinde Kudüs’te muhteşem bir mâbed (Mescid-i Aksâ) inşa etmiş, ayrıca kendisine bir saray yaptırmış, ahid sandığını bulunduğu yerden alarak mâbeddeki özel yerine koymuş, Kudüs’ün çevresine duvar çektirmiştir. Hz. Süleyman’ın vefatı üzerine krallık ikiye bölününce Kudüs güneydeki Yahuda Krallığı’nın merkezi olmuştur.

Hıristiyanlar, Hz. Îsâ’nın sözlerine hürmeten Süleyman Mâbedi’ni yeniden inşa etmeyi reddettiklerinden burası Müslümanların fethine kadar harabe halinde kaldı. 614’te Sâsânîler tarafından işgal edilen Kudüs’ü 629’da Bizans İmparatoru Herakleios kurtarmış ve İranlılar’dan geri aldığı kutsal haçı Kudüs’teki yerine koymuş, şehir 638’de Müslümanlar tarafından fethedilmiştir.

İlâhî Dinlerde Kudüs’ün Yeri. Kudüs şehri Tevrat’ta sadece bir defa Salem adıyla zikredilmektedir. Şehrin krallık ve ibadet merkezi oluşu Hz. Dâvûd’la başlamaktadır. Birinci mâbed döneminde mâbedin bulunduğu tepeye Sion tepesi denilmekteydi, Sion adı Kudüs’ün tamamını da ifade ediyordu. Hz. Dâvûd’a saltanatının ebediyen devam edeceği vaad edildiğinde bu aynı zamanda krallık ve mâbed şehri olan Kudüs’ün ebedîliğine de işaret sayılmıştır. Hz. Süleyman zamanında mâbedin inşası Kudüs’e ayrı bir kutsallık sağlamış, bir taraftan Dâvûd’un saltanatının ebediyen devam edeceğine dair Tanrı’nın vaadi, diğer taraftan mâbedin Tanrı’nın ebedî mekânı olarak kabulü şehri kutsallaştırmıştır.

Kudüs’ün ibadet hayatındaki önemi Yahudi devletinin Mesîh tarafından bu topraklarda kurulacağı inancına dayanmaktadır. Kudüs’ün yeniden inşası ve mâbedin yapılması bunun işaretleridir. Yahudi geleneğine göre yeryüzündeki Kudüs gibi bir de gökte Kudüs vardır. Talmud’da Tanrı’nın yerdeki Kudüs’e girmeden gökteki Kudüs’e girilemeyeceğini bildirdiği nakledilmektedir. Yahudi dinî literatürünün bir kısmında semavî Kudüs’ün dünyanın sonunda yerdekinin yerini almak üzere ineceği belirtilmektedir. Yahudilerde, Kudüs yeniden kurulduğunda ve ölüler diriltildiğinde mâbedin bulunduğu tepeye yakın olduğu için zaman kazanmak ve sıkıntıyı azaltmak amacıyla Zeytindağı’na gömülme arzusu vardır. Yahudi Fısıh bayramının seder sofrası ve kefâret günü ibadeti “seneye Kudüs’te” dileğiyle sona erer.

Hicretten önce iki veya üç yıl süreyle Hz. Peygamber’in Kâbe’yi de önüne almak suretiyle Kudüs’e yönelerek namaz kıldığı (İbn Sa‘d, I, 243; Kurtubî, II, 150; Fahreddin er-Râzî, IV, 110) ve -farklı rivayetler bulunmakla birlikte- Medine döneminde on altı veya on yedi ay bu uygulamanın devam ettiği, daha sonra kıblenin Kâbe’ye çevrildiği kabul edilmektedir (Buhârî, “Ṣalât”, 31, “Tefsîr”, 18; Müslim, “Mesâcid”, 11-12).

Resûl-i Ekrem’in sağlığında belli bir dönem için Kudüs’ün kıble olarak tercih edilmesi, Müslümanların bu şehri dinî bir merkez olarak görmelerinin sebeplerinden birini teşkil etmiştir.

Ayrıca Hz. Peygamber’in, Mescid-i Harâm’dan çevresi mübarek kılınan Mescid-i Aksâ’ya gece götürülmesi şeklinde gerçekleştirilen İsrâ (el-İsrâ 17/1) ve ardından Miraç mûcizelerinde Mescid-i Aksâ’ya gitmiş olması Müslümanlar için bu şehrin önemini arttırmıştır. Bunların dışında Kudüs, Hz. İbrâhim’den itibaren pek çok peygamberin yaşadığı, mukaddes olarak da tanımlanan bir bölgede bulunması, Hz. Süleyman’ın inşa ettiği Beytülmakdis’i barındırması, İsrâiloğulları’nın ve onlara gönderilen peygamberlerin mücadelelerine mekân olması açısından semavî dinler geleneğinde önemli bir yere sahip olmuştur.

Yeni yerleşimlerin şehri kuşatıcı şekilde planlanması ve özellikle Doğu Kudüs’te yoğunlaşarak bölgenin Arap nüfusunu geride bırakması dikkat çekiciydi. Birleşmiş Milletler’in birçok defa kınamasına ve karşı çıkmasına rağmen İsrail, Kudüs’ün Arap-İslâm karakterini zayıflatma politikalarına devam etti ve nihayet 21 Ağustos 1980’de doğusu ve batısıyla birleşik Kudüs’ün İsrail’in ebedî başşehri olduğunu ilân etti. 1987’de Araplar 475.000 kişilik Kudüs nüfusunun % 28’ini oluşturuyordu. Günümüzde nüfusu 600.000’e yaklaşmış olan (2000’li yıllara yaklaşıldığında 557.000) Kudüs şehrinin yaklaşık 4 km. uzunluğundaki surların çevrelediği eski kesiminde dar ve dolambaçlı sokakların varlığı ile dikkati çeken bir Ortaçağ şehri, bunun batısında modern cadde ve bulvarlarla farklı bir görünüş arzeden modern şehir yayılır. İsrail Devleti’nin kurulduğu yıllarda Ürdün’e ait olan eski kesimin 0,85 km2’lik yüzölçümüne karşılık yeni kesim, yani İsrail’de kalan kesim 28 km2 genişliğindeydi. Günümüzde modern kesim kuzey, batı ve güneye doğru genişlemesine devam etmiş, her iki kesimin toplam yüzölçümü 100 km2’yi biraz geçmiştir. Bugün özellikle turizm merkezi olan Kudüs’te ağır sanayi gelişmemiştir. Hafif sanayi kollarından elmas kesilmesi, mobilya yapımı, kimya ve ilâç sanayii, dokuma ve hazır giyim sanayii gelişme yolundadır.

İsrail’in Kudüs ve Filistin’de Araplar’ın haklarını kısıtlayıcı politikaları 1987’de Batı Şeria’da “intifâda”ya yol açtı. 1990’lı yıllarda da Kudüs’ün Arap/İslâmî yapısını değiştirmeye yönelik politikalara devam edildi. Tarihî mekânların yıkılması, Arap gayri menkullerine el konulması, çeşitli sebeplerle Araplar’ın şehri terketmesinin sağlanması gibi politikalar sonucu Kudüs’teki yahudi mülklerinin birkaç kat arttığı görülmektedir.

(Kaynak: https://islamansiklopedisi.org.tr/kudus )

MİRAÇ GECESİ

Hz. Peygamber’in Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya, oradan da göğe yaptığı yolculuğu ifade eden terim.

Sözlükte “yukarı çıkmak, yükselmek” anlamındaki urûc kökünden türemiş bir ism-i âlet olan mi‘râc kelimesi “yukarı çıkma vasıtası, merdiven” demektir. Terim olarak Hz. Peygamber’in göğe yükselişini ve Allah katına çıkışını ifade eder. Olay, Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya gidiş ve oradan da yükseklere çıkış şeklinde yorumlandığından kaynaklarda daha çok “İsrâ ve miraç” şeklinde geçse de Türkçe’de miraç kelimesiyle her ikisi de kastedilir. İslâmî kaynaklarda genellikle ele alındığı şekliyle Miraç hadisesi iki safhada meydana gelmiştir. Resûl-i Ekrem’in bir gece Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya yaptığı yolculuğa isrâ, oradan göklere yükselmesine miraç denilmiştir. Literatürdeki bu ayırım her iki terimin naslarda zikredilmesinden ileri gelmektedir. Sery (geceleyin yürüme, gece yolculuğu yapma) kökünden türeyen isrâ’ Kur’an’da mâzi sîgasıyla yer almış ve sûreye ad olmuştur. Buna göre Allah, kudretinin işaretlerini göstermek için kuluna (Hz. Peygamber) Mescid-i Harâm’dan çevresi mübarek kılınan Mescid-i Aksâ’ya geceleyin bir seyahat yaptırmıştır (el-İsrâ 17/1). Miraç kelimesi Kur’an’da geçmemekle birlikte çoğul şekli olan meâric “yükselme dereceleri” mânasında Allah’a nisbet edilmiştir (el-Meâric 70/3). Ayrıca “merdiven” anlamında meâric bir âyette ve urûc kökünden türemiş fiiller çeşitli âyetlerde yer almaktadır.

Semaya yükseliş tasavvuru eski Hint ve İran mitolojileriyle diğer dinlerde de mevcuttur. Yahudi geleneğinde İdrîs, İbrâhim, Mûsâ ve İşâyâ gibi peygamberlerle bazı tarihî şahsiyetlerin yeryüzünden ilâhî âlemlere çıktığına inanılır. Özellikle melek Yahoel tarafından semavî bir vasıtayla bulut içinde göğe yükseltilen Hz. İbrâhim’in rabbinin tahtını müşahede edişiyle ilgili tasvirlere sonraki Yahudi literatüründe rastlanmaktadır. Hıristiyanlık inancına göre Hz. Îsâ çarmıha gerildikten sonra mezarından çıkıp ilâhî âleme yükselmiştir (Matta, 28/1-7; Markos, 16/19). Ayrıca Pavlus’un Kudüs’e doğru giderken melek eşliğinde göğe yolculuk yaptığı rivayet edilir. Buhârî ve Müslim’de yer alan rivayetlerin ortak noktalarına göre olay şu şekilde cereyan etmiştir: Bir gece Resûlullah, Kâbe’de Hicr veya Hatîm denilen yerde iken -bazı rivayetlerde uykuda bulunduğu sırada veya uyku ile uyanıklık arası bir halde- Cebrâil (AS) geldi; göğsünü açtı, zemzemle yıkadıktan sonra içine iman ve hikmet doldurup kapattı. Burak adlı bineğe bindirip Beytülmakdis’e götürdü. Resûl-i Ekrem Mescid-i Aksâ’da iki rekat namaz kılıp dışarı çıktığında Cebrâil biri süt, diğeri şarap dolu iki kap getirdi. Resûlullah süt dolu kabı seçince Cebrâil kendisine “fıtratı seçtin” dedi, ardından onu alıp dünya semasına yükseltti.

Semaların her birinde sırasıyla Âdem, Îsâ, Yûsuf, İdrîs, Hârûn ve Mûsâ peygamberlerle görüştü; nihayet Beytülma‘mûr’un bulunduğu yedinci semada Hz. İbrâhim’le buluştu. Sidretü’l-müntehâ denilen yere vardıklarında yazıcı meleklerin kalem cızırtılarını duydu ve Allah’ın huzuruna çıktı. Burada Cenâb-ı Hak elli vakit namazı farz kıldı. Dönüşte Hz. Mûsâ, elli vakit namazın ümmetine ağır geleceğini söyleyip Allah’tan onu hafifletmesini istemesini tavsiye etti. Namaz beş vakte indirilinceye kadar Hz. Peygamber’in huzûr-i ilâhîye müracaatı ve Mûsâ ile diyalogu devam etti.

(Kaynak: https://islamansiklopedisi.org.tr/kudus )

MESCİDİ AKSA

Müslümanların Kudüs’te bulunan ilk kıblesi, en kutsal sayılan üç mescidden biri.

Asıl adı Ârâmîce Beth makdeşa, İbrânîce Beth ha-Mikdaş ve Arapça Beytülmakdis olup “mukaddes ev” demektir; ilk kuruluşundan beri taşıdığı bu ad sonradan şehrin tamamını kapsamına almıştır (İA, VI, 953). Şehir için müslümanların benimsediği Kudüs adı da aynı kökten gelmekte ve aslında şehri değil mâbedi ifade etmektedir. Minhâcî mâbedin on yedi kadar adı olduğunu söyler.

İslâm âlimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de el-Mescidü’l-aksâ adıyla anılan ve çevresinin mübarek kılındığı belirtilen yerin (el-İsrâ 17/1) Beytülmakdis olduğu konusunda ittifak halindedir (Nevevî, III, 327). Arapça aksâ “uzak” anlamındadır ve mâbedin Mekke’ye uzaklığından dolayı bu ad verilmiştir (Taberî, Câmiʿu’l-beyân, XV, 5 vd.). Mûsevîliğe göre mâbed dünya yaratılmadan önce de vardı ve gökte idi. Rab dünyayı onun gölgesinin düştüğü yerden yaratmaya başlamış, ardından o noktada Hz. Âdem’i yaratmıştır (DİA, XVI, 127; XXVI, 326). Bir hadise göre ise burası, Mescid-i Harâm’dan sonra içinde insanların Allah’a ibadet etmeleri amacıyla yapılan en eski ikinci mâbeddir (Buhârî, “Enbiyâʾ”, 10, 40; Müslim, “Mesâcid”, 1, 2). Bugün Kâbe’ye çevresiyle birlikte Mescid-i Harâm denildiği gibi Mescid-i Aksâ’ya da çevresiyle birlikte Harem-i şerif denilmekte ve bununla eski Kudüs’teki kuzeyi 321, güneyi 283, doğusu 474 ve batısı 490 m. uzunlukta olan ve yer yer 30-40 m. yüksekliğe ulaşan surlarla çevrili bulunan, içinde Kubbetü’s-sahre’nin de yer aldığı kutsal mekân kastedilmektedir.

21 Ağustos 1969 tarihinde fanatik bir Yahudi tarafından çıkarılan yangında kısmen tahribat gören mescidde Nûreddin Mahmud Zengî’nin yaptırdığı nefis ahşap minber de yanmıştır. Yangından kurtarılmış olan minberin birkaç tahtası İslâm Müzesi’nde teşhir edilmektedir. Yapı sonraki yıllarda aslına uygun biçimde imar edilmişse de Yahudilerle Araplar arasında halen süren çatışmalar sebebiyle zaman zaman yine saldırı ve tahriplere mâruz kalmaktadır. Mescid-i Aksâ diğer mescidlerde olduğu gibi medrese hizmeti de vermiştir. Kütüphanesi Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin Kudüs’ü tekrar fethinin ardından daha da zenginleştirilmiştir.

(Kaynak: https://islamansiklopedisi.org.tr/kudus )

KUBBETÜ’S SAHRA

Kudüs haremindeki kutsal kaya üzerinde yer alan, Emevî Halifesi Abdülmelik b. Mervân’ın yaptırdığı ortası kubbeli sekizgen yapı.

İslâm mimarisinin bilinen ilk kubbeli eserlerindendir ve Kudüs’ün fethinden sonra Hz. Ömer tarafından yaptırılan mescidin yerine inşa edildiği için -daha çok Batılılar tarafından- Ömer Camii olarak da tanınır. Binanın üzerinde bulunduğu kutsal kaya (sahre, hacerü’l-muallak) rivayete göre Hz. Mûsâ’nın kıblesidir (Taberî, XXVI, 183) ve Resûl-i Ekrem’in kıble değişikliğiyle ilgili âyetler (el-Bakara 2/143-145, 149-150) gelinceye kadar namaz kılarken yöneldiği Kudüs’ten maksadın da o olduğu söylenir (a.g.e., II, 4). Kitâb-ı Mukaddes’te ve Kur’an’da doğrudan doğruya sahreden söz edilmez; ancak Talmud ve mişnalarda geçen “even şetiyya”nın, bir görüşe göre de Eski Ahid’de geçen “dünyanın temelindeki köşe taşı”nın (Eyub, 38/4-6) bu kaya olduğu sanılmaktadır. Yahudi geleneğinde sahrenin Süleyman Mâbedi’nin Kudsü’l-akdes bölümünün temelini teşkil ettiği, dünyanın ortasında bulunduğu, Hz. Nûh’un gemisinin tûfandan sonra onun üstüne oturduğu ve üzerinde Hz. İbrâhim’in kurban kestiği, Hz. Dâvûd’un tövbe ettiği gibi değişik inanışlar vardır. Kitâb-ı Mukaddes yorumlarında ise sahrenin Süleyman Mâbedi’nin tamamının veya yalnız kurban sunulan mezbahının temelini oluşturduğu kabul edilir. Hz. Süleyman’ın mâbedi tamamlayınca Allah’a bu kayanın üzerinde şükrettiğini (XXII, 293; LIX, 250), Ermiyâ’nın (Yeremya) aynı yerde vahiy aldığını (VIII, 34) ve Hz. Yahyâ dahil birçok peygamberin burada şehid edildiğini (LXIV, 217) yazar. İmar faaliyeti III. Murad, I. Abdülhamid, II. Mahmud, Sultan Abdülmecid, Sultan Abdülaziz ve II. Abdülhamid tarafından da devam ettirilmiş, özellikle II. Abdülhamid büyük masraflarla zemine değerli İran halıları döşetmiş, ortaya görkemli bir kristal avize astırmış ve eskiyen çinileri yeniletmiştir. 1948 Eylül ve Ekim aylarında atılan bombalardan kuzeybatı pencereleri zarar gören Kubbetü’s-sahre, bugün de zaman zaman Filistin’ lilerle İsrail askerlerinin çatışmaları sırasında tehlikeli durumlara düşmektedir.

(Kaynak: https://islamansiklopedisi.org.tr/kudus )

MUALLAK TAŞI

Kubbet'üs Sahra'nın içinde Hacer-i muallak taşı yer almaktadır. Muallak taşı ; “Havada Asılı Duran Kaya” anlamına gelir. Bu kayanın en geniş yeri 18 metre, en dar yeri ise 13.5 metredir. Kubbet-üs Sahra'nın tam ortasında yer alan bu kayanın içine on bir basamak merdivenle inilebilir. Kayanın iç kısmı yaklaşık 1.5 metre yüksekliğinde boş bir mekandır. İçeriden tavana bakıldığında havada asılı izlenimi verir, bundan dolayı Hacer-i Muallak olarak anılmaktadır. Muallak Taşına ilişkin iki rivayet var. Birincisi miraçla ilgilidir. Denilir ki Hazreti Muhammed miraca yükselirken bu kayaya basar ve kaya onunla birlikte yükselmeye başlar. Hz. Muhammed dönüp kayaya “Dur!” der ve kaya havada asılı kalır ve kıyamete kadar(!) orada asılı kalacağı söylenir. Bir diğer rivayet ise kurban ile ilgilidir. Rivayet o ki Hazreti İbrahim peygamber oğlu İsmail’i kurban etmek için işte bu kayanın üzerine yatırmış. Muallak taşı ya da Muallak Kayasıda denilir. Üzerinde Kubbetü's-Sahra'nın kurulmuş olduğu taştır. Buraya "Sahratullah" yani Allah'ın kayası da denir. Müslümanlar, Yahudiler ve Hıristiyanlar için kutsaldır. Yahudiler onu Allah'ın kainatı yaratmaya başladığı nokta olarak görür ve ona kurtuluş kayası derler. Hristiyanlara göre, Hz. İsa'nın adalet kürsüsü onun üzerinde kurulacaktır. İbrani mitolojisi'nde Yehova'nın dişil formunun nur şeklinde göründüğü iki yerden biri olan kutsal moriah'ın merkezinde bulunan taş İslam literatüründe Hacer-i Muallak olarak geçen bu kaya Kabala'ya göre Şekinah'ın kendisidir. Yani 3 din içinde kutsal bir yer diyebiliriz. Peki Muallak Taşı (Hacer-i Muallak) havada asılımı duruyor? Hayır, Muallak Taşı (Hacer-i Muallak) havada asılı durmuyor. İddiaya göre ise"Bu bölgeyi daha sonra ele geçiren Yahudiler mucizeyi yok etmek adına taşın altını doldurmuşlardır."

RABİATÜL ADEVİYYE MAKAMI

95 (714) veya 99 (718) yılında Basra'da doğdu. Fakir bir ailenin dördüncü kızı olduğu için “Râbia” ismi verilmiştir. Kays b. Adî kabilesinin âzatlı kölesi olduğundan Adeviyye veya Kaysiyye nisbeleriyle anılmıştır.

Hazreti Rabiatül Adeviyye (ks)'nin Kudüs'teki Makamı Kabri Filistin topraklarında Zeytin dağındaki seyir terası mevkiinde bulunan Rabiatü’l-Adeviyye caddesi üzerindedir.

Kimi kaynaklara göre, Hazreti Rabi'anın kabri için "135 (m. 752) târihinde Kudüs’de vefât etti. Vefâtından sonra Abede binti Şevval vasıyyetini yerine getirdi. Tur dağı üzerine defnedildi. " denilmektedir. Kudüs'e giden herkes için buranın hatta orada mevcut olan bilgiler dahil olmak üzere Rabia Adviye hazretlerinin son zamanlarda yaşadığı ve vefat ettiği yer olarak anlatılmış, bir çok rehberlik yapan kişiler de bu doğrultuda bilgiler verip, paylaşımlar yapmaktadır. Kudüs'e gelenlerin ziyaret ettiği yerin aslında 2 yıl ikamet ettiği yer olduğu en gerçekçi bir bilgi olup, vefat yeri hakkında detaylı açıklamalar yapanlar " Râbia el-Adeviyye, H.185-M.801 yılında Basra’da vefat etti ve burada defnedildi." demektedirler. Bu durumda, Basra olduğu kesinleşmektedir.

Dünya malı ile bir ilişkisi olmayıp kendini Allah’a adayan bir hanım evliyadır. İlk dönem Sufi şairleri arasından en önemli isimlerden biridir. İlahi aşk öğretisi kendisinden sonraki Sufileri de önemli ölçüde etkilemiştir. Yirminci yüzyılda Rabia hakkında kaleme alınmış en kapsamlı eser, Margaret Smith'in yüksek lisans tezi olarak kaleme aldığı ve daha sonra kitaplaştırılan ve Türkçeye de çevirilen Rabia the Mystic adlı eserdir.

Basra'lı ünlü kadın Sufi Rabia, 714 veya 718 tarihlerinde fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Ailesinin dördüncü kızı olduğu için kendisine Rabia ismi verildi. Anne ve babasını kaybeden Rabia, henüz çocukken köle olarak satıldı. Elini sakatlamak pahasına kaçmaya çalıştı ancak yeniden yakalandı. Efendisi, Rabia'nın halini görüp onu serbest bıraktı. Önemli Sufilerden kendisine yapılan evlenme tekliflerini geri çevirip, 801'de ölünceye kadar bekar yaşadı. Hikâyesi ve sözleri 13. yüzyıl Sufilerinden Feriüddin Attar'ın, kimi evliyaların hayatları ve sözlerini derlediği ünlü eseri "Tezkiret'ül Evliya"da yer almaktadır. Attar; kendisine, neden kitabına Rabia'yı aldığını soracak olanları, Peygamberin, "Allah sizin suretlerinize değil niyetlerinizle bakar." sözünü delil göstererek yanıtlamaktadır.

SELMAN-I FARİSİ MAKAMI

Filistin Kudüs’te Zeytin Dağı’nda bulunan Selman-ı Farisi Camii’nin içerisinde yer alır.

Selman-ı Farisi, İsfahan’da çok zengin Mecusi bir tüccarın oğluyken, hakkı arama uğruna giriştiği mücadele sonrasında, başında geçen bir talihsizlik sonucu, köle olarak Medine’ye gelir. Peygamber efendimizin Medine’ye gelmesi üzerine iman eden Selman; bizatihi Hazreti Muhammet tarafından satın alınarak özgürlüğüne kavuşturulur. Efendimiz (s.a.v.) , onun için; ” Selman Bendendir, Ehli Beytimdendir ” buyurmuştur. Kuşatıcı vasfıyla öne çıkan ve pek çok tasavvuf ehli tarafından ( özelikle Nakşibendiyye Tarikatı)pir kabul edilen, zühdü ve takvasıyla meşhur bu sahabe efendimizin makamı, bugün Kudüs’te zeytin Dağ’ında aynı adla anılan caminin içerisinde olup, aynı muhitte oturan bir Müslüman aile tarafından bakım ve hizmeti görülmektedir. Caminin hemen yan tarafında bir Müslüman Mezarlığı bulunmaktadır.

HZ. ÖMER MESCİDİ

Hz. Ebubekir namaza çıkamayacak derecede hastalanınca imamlık görevini Hz. Ömer'e bıraktı, Mescid-i Nebevi'de de halka Ömer'i halife tayin ettiğini duyurdu. 23 Ağustos 634'te Hz. Ebubekir’in vefat ettiği gün Hz. Ömer Mescid-i Nebevi'de biat aldı. İlk iş olarak, kaybettikleri bölgeleri geri almak için harekete geçen Sasaniler’e karşı savaşan Hz. Ömer kumandasındaki İslam orduları 636'da Kadisiye ve 637'de Celula savaşlarında Sasaniler'i yenilgiye uğrattı. Hz. Ömer döneminde son olarak 642'de Nihavend zaferiyle Irak'ın fethi tamamlandı.

23 Ocak 635'te yapılan Fihl Savaşı'nda Müslümanlar, Bizans kuvvetlerine büyük zayiat verdirdi, Mercüssuffer'de yenilip Şam'a sığınan Bizans askerlerini takip ederek 635 yılının Eylül ayında şehri kuşatıp fethetti. Müslümanların bölgedeki başarıları üzerine Bizans İmparatoru Herakleios Hristiyan Araplar'ın ve Ermeniler'in katıldığı büyük bir ordu hazırladı. Ancak Bizans ordusu 20 Ağustos 636'da Yermük Muharebesi'nde ağır bir yenilgiye uğradı ve bölgedeki bütün şehirler Müslümanların eline geçti. 637 yılında Şeyzer, Kınnesrin, Halep, ardından Antakya, Urfa, Rakka ve Nusaybin kısa aralıklarla Müslümanlara teslim oldu.

Kudüs'ün Fethi

Mescid-i Aksa'nın Müslümanların ilk kıblesi olması ve Hz. Peygamber'in Miraç hadisesinde Mescid-i Aksa'ya gitmesi Kudüs'ü önemli kılıyordu. 638 yılında Kudüs İslam orduları tarafından kuşatıldı. Hristiyanlar şehri savunmaya çalıştı fakat destek kuvvetlerinin geldiğini öğrenince barış talebinde bulundu ve şehri teslim etmek için halife Hz. Ömer'in bizzat gelip teslim almasını şart koştu.

Yaptığı istişareler sonrası bu şartı kabul eden Hz. Ömer, muhacir ve ensarlardan oluşan küçük bir kafileyle yola çıktı. Halifeyi görmek için halk yollara döküldü. Hz. Ömer, Suriye'nin Cabiye bölgesinde Halid bin Velid ve Ebu Süfyan tarafından karşılandı. Antlaşma şartları bu şehirde hazırlanırken Hz. Ömer Kudüs kapılarında Ebu Ubeyde ve diğer komutanlar tarafından karşılandı.

Hz. Ömer, her üç semavi din tarafından kutsal olan Kudüs'e görkemli bir merasimle değil tevazu ile girdi, şehirde ilk olarak Mescid-i Aksa'yı ziyaret edip Hz. Davud'un mihrabında dua etti. Hz. Ömer, Hz. Peygamber'in vefatından sonra bir daha ezan okumayan Bilal-i Habeşi'yi çağırarak ezan okuması ricasında bulundu. Bilal-i Habeşi, Halifenin hatrı ve Kudüs'ün fethi dolayısıyla bu emri bir defaya mahsus olarak yerine getirdi. Bilal-i Habeşi'nin okuduğu ezan Halifeyi ve sahabeleri ağlattı. Hz. Ömer, Müslümanlar için önemli olan Mescid-i Aksa'da cuma namazı kıldıktan sonra biri bütün Kudüslülere ve biri de Hristiyanlara olmak üzere iki ferman verdi.

Kudüs'ün ardından Filistin'in sahil şehirleri başta olmak üzere diğer yerleşim yerleri fethedildi. 640'tan itibaren başlayan mücadeleler sonrası 642 yılında Mısır'ın fethi tamamlandı. İslam orduları Hz. Ömer'in zamanında Sasani İmparatorluğu'na tabi Irak, İran ve Azerbaycan ile Bizans İmparatorluğu'na bağlı Suriye, el-Cezire, Filistin ve Mısır'ı İslam ülkesine kattı. Fetihler sonucu ele geçirilen ganimetlerde büyük bir artış oldu.

641 yılında Hayber ve çevresindeki Yahudileri Arap Yarımadası dışına çıkaran Hz. Ömer, 644 yılı haccını eda edip Medine'ye döndüğü günlerde, Firuz en-Nihavend isimli köle tarafından sabah namazında hançerle ağır yaralandı.

Şehadetinden önce oğlu Abdullah'ı Hz. Aişe' ye yollayarak Hz. Peygamber'in ayağının dibine defnedilmek için izin istedi. Hz. Aişe kendisi için düşündüğü bu yeri ona vermeyi kabul etti. Hz. Ömer üç gün sonra 3 Kasım 644'te şehit düştü. Hz. Ömer'in cenaze namazını Suheyb bin Sinan kıldırdı.

Kubbet'üs-Sahra (geçmişte Ömer camii olarak bilinen yapı) Kudüs'ün Eski Şehrindeki Tapınak Dağı'nda bulunan bir ibadethanedir. İlk olarak 691-692'de Emevî Halifesi Abdülmelik'in emriyle, MS 70'te Roma'nın Kudüs Kuşatması sırasında yıkılan İkinci Yahudi Tapınağı'nın bulunduğu yerde İkinci Fitne sırasında yapıldı. Orijinal kubbe 1015'te yıkılmış ve 1022-23'te yeniden inşa edilmiştir. Kubbet'üs-Sahra, kubbe iç süslemelerinde İslam inancını yansıtan ilk tarihi eser ve İslam mimarisinin günümüze ulaşmış en eski eserlerinden biri kabul edilir.

Mimarisi ve mozaikleri, yakındaki Bizans kiliseleri ve saraylarından esinlenerek desenlendi ancak dış görünümü Osmanlı döneminde ve yine modern dönemde, özellikle 1959-61'de altın kaplama çatının eklenmesiyle önemli ölçüde değişti. Yapının sekizgen tasarımı, 451-458 yılları arasında Kudüs–Beytüllahim arasındaki yolda inşa edilen Bizans Meryem Ana Kilisesi'nden (Yunancada Kathisma, Arapçada El-Kadismu olarak da bilinir) etkilenmiş olduğu da söylentiler içerisindedir.

Tapınağın, üzerine inşa edildiği Muallak Taşı Yahudilikte Tanrı'nın, dünyayı ve ilk insan olduğuna inanılan Âdem'i yaratmaya başladığı yer olarak bilinir ve İbrahimî dinlerde büyük önem taşır. Müslümanlar için önemi ise, Muhammed'in cennete olan Gece Yolculuğunun, yapının merkezindeki kayadan başladığı inancından kaynaklanıyor.

MERVANİ MESCİDİ

Süleyman'ın Ahırları, günümüzde Mervan Mescidi adıyla bir Müslüman ibadethanesi olarak kullanılan yer altı tonozlu bir alandır. Yaklaşık 500 metre kare alana sahip yapı, Mescid-i Aksa'dan aşağı inen merdivenlerin alt kısmında, Tapınak Tepesi'nin altında, Kudüs'teki Tapınak Tepesi'nin güney duvarının tabanında yer almaktadır. Aralık 1996 yılında vakıf, ışıklar ve yer karoları eklenerek bir dua salonuna dönüştürüldü ve Mervan Mescidi adını aldı.

KIBLE MESCİDİ

Kıble Mescidi; Yüzölçümü 144 dönüm olan Mescid-i Aksa’daki eserlerden sadece birisidir. Kubbesi kurşun kaplama olan Kıble Mescidi, Mescid-i Aksa’nın güneyinde yer aldığından dolayı Kıble Mescidi olarak adlandırılır. Aynı şekilde Mescid-i Cenubi, Kıble Cami diye de bilinmektedir. Bilinen en eski adıyla ise Cami-ul Aksa ve Masguf'dur.

Caminin inşasını ilk kez hicretin 15. yılında Kudüs’ün fethi sırasında Ömer bin Hattab emretmiştir. Ardından Emeviler döneminde Halife Abdul Melik bin Mervan tarafından inşasına başlanmış ve oğlu Halife Velid bin Abdul Melik tarafından inşası tamamlanmıştır. Abdul Melik tarafından inşa edilen kısımların günümüze ulaşmadığı söylenmektedir. Abdul Melik’ten sonra gelen Halife Ebu Cafer El-Mansur, Halife El-Mehdi gibi Emevi ve Abbasi halifeleri, depremler ve doğal afetlerin yol açtığı hasarları onarmıştır.

Caminin boyu 80 genişliği ise 50 metredir. Batı yönünde 2, kuzeyde 7, doğuda da 1 kapısı bulunmaktadır. Kış mevsiminde Şam bölgesi gerçekten soğuk olduğundan ve şiddetli yağmur ve kar yağışı görüldüğünden dolayı camide avlu bulunmamaktadır. Ve kuzey kapıları Fatımi dönemine dayanmaktadır. Kıble Mescidi'nin ana kapıları, revak şeklindedir. Emeviler Dönemindeki mescidin orta koridoru 6 revaktan oluşmuştur ve buradan yükselmiş kurşun kaplı ahşap bir kubbesi vardır. Sütun sayısı ise 53'e ulaşır. Dışarıdan merdivenle inilmekte olan alt katta bir bölüm daha vardır. Haçlılar, 1099 (h. 493) yılında Fatımi Halifesi Mustali döneminde Kudüs'ü işgal ettiklerinde Kıble Mescidini karargâh, ambar ve ahır olarak kullanmışlardır.

Selahattin Eyyubi önderliğindeki Müslümanların 1187 (h. 583) yılında Kudüs'ü fethetmeleriyle Nureddin Zengi'nin yaptırmış olduğu minber, fetih alameti olarak Selahattin Eyyubi tarafından yerine konulmuştur. Eşsiz sanat ve tarihi değeri olan bu minber, 1969 yılında fanatik bir Yahudi tarafından yakılmıştır. Ardında ise bu tarihi eser aslına uygun olarak yeniden yapılmıştır.

Memlüklüler ve Osmanlı Döneminde Mescid-i Aksa onarılmış; fakat şekil olarak herhangi bir değişim yapılmamıştır. Öte yandan Kanuni Sultan Süleyman ve II. Mahmut tarafından da onarılan mescidin kandil ve halıları, II. Abdulhamid tarafından yenilenmiştir.

Mescid-i Aksa'nın içindeki desenler ise; ahşap levhalar üzerine oyulmuş, asma yaprağı ve ince dallardan oluşan çeşitli bitki motifleriyle süslenmiştir.

Ancak mozaikler, 1034 yılında Aksa'yı onaran Fatımi Halifesi Ali Az-Zahir Billah dönemine dayanır. Bu mozaikler, Kubbetü-s Sahra'nın ve Şam'daki Emevi Camii'nin mozaiklerinden farklı değildir.

EL-BURAK CAMİ

El-Burak Camii, Kudüs'ün Eski Şehrindeki Tapınak Dağı'nın güneybatı ucunda, Batı Duvarı'nın hemen yanında yer alan bir yeraltı camisidir. Küçük boyutundan ötürü el-Burak Mescidi de denir. Müslümanların inanışına göre Muhammed, Gece Yolculuğu yaptığı sırasında bindiği Burak'ı el-Aksa Camii'nde duvara çakılmış bir yüzüğe bağlar, böylece buranın ismi Burak Camii olarak isimlendirilir.

Cami, bir zamanlar Bağışlama Kapısı'na (Bāb Hitah) da açılan Batı Duvarı'nın güney ucundaki Barklay Kapısı'na giden tonozlu geçidin içinde yer almaktadır İlk defa erken İslam döneminde kullanılmış el-Burak Camii, günümüzde Tapınak Dağı'na giriş olarak tünel kapısının içinde bulunuyor.

MİRAÇ KUBBESİ

Miraç Kubbesi; Kudüs'teki Tapınak Tepesi üzerindeki Kubbet-üs-Sahra'nın hemen kuzeyinde yer alan ve Haçlılar tarafından inşa edilmiş küçük, bağımsız kubbeli bir yapıdır.

Arapça'da "Miraç Kubbesi" olarak adlandırılmasına ve bu adlandırmanın İslam inancına göre "Gece Yolculuğu" sırasında Muhammed'in Cennet'e yükseldiği noktayı belirtmek için söylenmesine rağmen, bazı akademisyenler yapının Hristiyan yapısı Templum Domini'nin bir parçası, muhtemelen vaftizhanesi olarak inşa edildiğini öne sürmektedir. 1200-1 tarihli Arapça bir kitabede, buranın vakıf olarak yeniden adlandırıldığı yazmaktadır.

Yapı ve özellikle sütun başlıkları Frank tarzı ve yapısındadır, ancak Eyyubiler döneminde veya sonrasında onarım veya yenileme görmüştür. Miraç Kubbesi, Müslüman dua yolculuğunun önemli bir parçasıdır.

ERVAH KUBBESİ

Bu kubbe El Ervah mağarasının ve kuzey batıda bulunan kemerin yakınındadır.16. yüzyılda inşa edilmiştir, bu kubbe 8 şeklinde olup üstü geniştir. Kubbet’üs Sahra avlusunun güney batı yönünde bulunmaktadır. Boyunun uzunluğu 12 metre, genişliği 8 metre, derinliği ise 10 metredir.

NEBİLER MİHRABI

Miraç Kubbesi’nin yakınında Kubbetü’s-Sahra’nın kuzeybatısında küçük bir kubbedir. Hz. Muhammed (s.a.v.)’in meleklere ve bütün peygamberlere Miraç Gecesi imam olarak namaz kıldırdığına inanılan yeri işaretlemek maksadıyla yapılmıştır. Kubbenin ve mihrabın yapılması iki aşamada tamamlanmıştır. İlk aşamasında, Kanuni Sultan Süleyman zamanında Gazze ve Kudüs Valisi olan Muhammed Bey tarafından h.945/m.1539 yılında boyu 70 cm’ye ulaşan bir mihrap yaptırılmıştır. İkinci aşamasında ise Osmanlı Sultanı II. Abdülmecid zamanında mihrabın üstüne bir kubbenin yapılmasıyla yapının inşası tamamlanmıştır. Birbirine kemerlerle bağlı sekiz mermer sütunun üzerindeki küçük bir gerdanlığın üstünü örten bir kubbedir.

ZEYTİN DAĞI

Zeytindağı, Kudüs'ün doğusunda yer alan ve Eski Ahit'te, Yeni Ahit'te ve çağdaş edebiyatta bahsi geçen bir tepedir. Tepede bazıları ünlü kişilere ait 150.000 kadar mezar bulunmaktadır. 809 metre rakıma sahip olan Zeytindağı, Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam dinlerinde önemli bir yerdir. Kıyamet gününde, Musevi metinlerinde müjdelenen, Yahudi milletinin kurtarıcısı Mesih'in Zeytin Dağı üzerinden Kudüs'e geleceği aktarılır. Bu nedenle dağın yamaçları Zekeriya ve Abşalom mezarları yanında yaklaşık sayıları 150.000'i bulan Musevi mezarları ile doludur. Yeni Ahit'te, İsa Mesih'in dua etmek için sık sık gitmekte olduğunu belirttiği, zeytin ağaçlarının olduğu dağ.

“İsa dışarı çıktı, her zamanki gibi Zeytin Dağı’na gitti. Öğrenciler de O’nun ardından gittiler. Oraya varınca İsa onlara, “Dua edin ki ayartılmayasınız” dedi. Onlardan bir taş atımı kadar uzaklaştı ve diz çökerek şöyle dua etti: “Baba, senin isteğine uygunsa, bu kâseyi benden uzaklaştır. Yine de benim değil, senin istediğin olsun.” Gökten bir melek İsa’ya görünerek O’nu güçlendirdi. Derin bir acı içinde olan İsa daha hararetle dua etti. Teri, toprağa düşen kan damlalarını andırıyordu. İsa duadan kalkıp öğrencilerin yanına dönünce onları üzüntüden uyumuş buldu. Onlara, “Niçin uyuyorsunuz?” dedi. “Kalkıp dua edin ki ayartılmayasınız."

AĞLAMA (BURAK) DUVARI

HaKotel HaKatan (ya da sadece Kotel Katan), Küçük Kotel ve Kleiner Koisel (Yidişçe "Küçük Kotel/Duvar" anlamında) olarak da bilinen Küçük Ağlama Duvarı, Kudüs Eski Şehri'nin Müslüman Mahallesi'nde Tapınak Tepesi'ne açılan Demir Kapı'nın yakınında bulunan bir Yahudi dini bölgesidir. Duvarın kendisi İkinci Tapınak döneminden (MÖ 516 - CE 70) kalmadır. Ağlama Duvarı'nın devamı niteliğindedir ve neredeyse tam olarak Kutsalların Kutsalı'na bakmaktadır. HaKotel HaKatan, Ağlama Duvarı'nın büyük kısmı kadar ünlü ve kalabalık değildir. Duvarın bu bölümü, Kutsalların Kutsalı'na yakınlığı nedeniyle derin bir manevi öneme sahiptir. Ağlama Duvarı Tüneli Kutsalların Kutsalı'na doğrudan bakan bir yer olduğundan, Kutsallar Kutsalına en yakın konum değildir.

Ağlama Duvarı veya kısaca Kotel, Kudüs'ün Eski Şehrinde bulunan, kireçtaşından yapılmış tarihî bir duvardır. Duvarın, mabedin batı tarafında bulunmasından dolayı Batı Duvarı da denmektedir. İslam ve Arap dünyasında ise daha çok Burak Duvarı olarak bilinir. Duvar, Büyük Hirodes'in İkinci Yahudi Tapınağı'nı genişletmek amacıyla başlattığı çalışmalar sonucu inşa edildi. Yahudiler ve Hristiyanlar tarafından Tapınak Dağı olarak bilinen doğal ve dik bir tepenin en üstüne, düz bir platformun üzerini kaplayan devasa bir dikdörtgen yapıya dönüşmesiyle sonuçlandı. Böylece Tapınağın kendisi ve yardımcı binaları, ibadet edenlerin ve ziyaretcilerin kalabalık olmasına karşın fazlaca alan yaratıldı.

Yahudilerin ha-Kotel ha-Ma’aravi (Batı Duvarı) dedikleri bu duvar zamanla Hristiyanlığın tesiriyle "Ağlama Duvarı" olarak adlandırılmıştır. Yaklaşık 485 m uzunluğunda olan Ağlama Duvarı, toprak seviyesinin üstünde yirmi dört büyük taş sırası ile yer altında kalan on dokuz taş sırasından meydana gelir. Yüksekliği toprak seviyesinden itibaren 18 m olup 6 metresi mabed alanının seviyesini aşmaktadır. Taşlardan bazılarının uzunluğu 12 m, yüksekliği 1 m, ağırlığı ise 100 tondan fazladır. Ağlama Duvarının aynı zamanda Hz. Muhammed'in Miraç hadisesi esnasında kendinden önce gelen peygamberlerle namaz kılmak için bineği Burak'ı bağladığı duvar olduğu düşünülmektedir. Kimi İslam araştırmacıları ve kaynaklar duvar için Burak Duvarı ismini de kullanır.

Kudüs’te bulunan uğruna savaşlar bile yapılan bu duvar oldukça önemlidir. Her konuda olduğu gibi bu duvarın önemi konusunda da farklı görüşler var. Önce kısaca bakalım ardından da ayrıntılara gireriz. 1- Babil sürgününde Tanrı Yahve bizi terkettiği için ağlarlar 2-Yahudiler ağlamaz dua ederler. Ağlama duvarı adını Hıristiyanlar vermiştir. 3-Yahudiler bu duvarın taşlarına yaslanarak mabedin yıkılışını, Romalılar tarafından Kudüs’ten sürülüşlerini anıp ağlarlar, yeniden bölgede hâkimiyet kurmak için dua ederler. 4-Tevrat tefsirlerine göre bu duvar yıkılmayacak ve Rab mâbedin batı duvarını asla terketmeyecektir. Bu sebepten Rabbe yönelirler. 5-Başlarına gelen musibetler Tanrı’nın kendilerini terkettiği için geldiğini, Batı duvarında ağlayıp dua ederek bu durumun yasını tutarlar.

Ayrıntılara bakacak olursak oldukça farklı kaynakta oldukça farklı bilgi karşımıza çıkıyor. Bu bilgilerin bazıları tutarlı iken bazıları da birbiriyle çelişir durumda.

Yahudiler Süleyman mabedini özlediklerini belirtmek için milattan önce 20 yılından beri ağlar diyenler de var. Ağlamazlar sadece dua ederler diyenler de var. Yahudilerin ha-Kotel ha-Ma’aravi (Batı Duvarı) dedikleri bu duvar zamanla Hristiyanlığın tesiriyle “Ağlama Duvarı” olarak adlandırılmıştır. Yaklaşık 485 m uzunluğunda olan Ağlama Duvarı, toprak seviyesinin üstünde yirmi dört büyük taş sırası ile yer altında kalan on dokuz taş sırasından meydana gelir. Yüksekliği toprak seviyesinden itibaren 18 m olup 6 metresi mabed alanının seviyesini aşmaktadır. Taşlardan bazılarının uzunluğu 12 m, yüksekliği 1 m, ağırlığı ise 100 tondan fazladır. inşasına ilk defa Hz. Süleyman tarafından saltanatının dördüncü yılında başlanmış ve yedi yıl altı ayda (yaklaşık m.ö. 967 veya 953) tamamlanmıştır.

Üç semavi din içinde buranın önemi büyüktür. Yahudiler için: Yahudilerin kendi büyük mabedlerinin olması ve din büyüklerinin burada hüküm sürmesi. Ayrıca 13 yaşına giren erkek çocukların bir bayram havasında karşılandığı bu yerde, Yahudi inancına göre 13 yaşına kadar işlediği günahları babasına yazılan çocuğun günahlarını geri alma töreni yapılıyor. Milâttan sonra I. yüzyıldan itibaren yahudilerin bu duvara karşı saygı duydukları, önünde ibadet ettikleri bilinmektedir. Onlar, Kudüs’ün ve mâbedin yakılıp yıkılışını, esir olarak Romalılar tarafından başka ülkelere sürülüşlerini anmak, hâtıralarını tazeleyip kinlerini bilemek, mâbede yeniden kavuşup yahudi hâkimiyetini kurmak hayali içinde dua ve göz yaşı ile yaslarını sürdürmüşlerdir. Tevrat tefsirlerine göre bu duvar yıkılmayacak ve Rab mâbedin batı duvarını asla terketmeyecektir. Bununla birlikte, ilk dönemlerde duvarın yanında herhangi bir ibadet yeri yapılmamış, hatta VII. asra kadar yahudilerin Kudüs’e girmeleri bile yasaklanmıştı. Müslümanların idaresindeki Kudüs’te, muhtemelen tapınak alanında veya batı duvarındaki bir kapının yanında yahudilerin bir sinagogları vardı ve bu sinagog, Kudüs’ün Haçlılar tarafından zaptedildiği zamana kadar (1099) ayakta kalmıştı. 1173 yılında Kudüs’e uğrayan Benjamin de Tudèle, bütün yahudilerin dua için ağlama duvarına geldiklerini nakleder.

Müslümanlar için: Ağlama duvarının aynı zamanda Peygamber Muhammed (sas)’in miraç hadisesi esnasında kendinden önce gelen peygamberlerle namaz kılmak için bineği Burak’ı bağladığı duvar olduğu düşünülmektedir. Kimi İslam araştırmacıları ve kaynaklar duvar için Burak Duvarı ismini de kullanır.

Hıristiyanlar için: Hz. İsa’nın buraya sık sık gelip vaazlar verdiğine ve hristiyan hacıların önemli ziyaret yerlerinden olduğuna inanılır. İngilizce literatüre “Western Wall” olarak geçmiştir. Terim her ne kadar çok eskilere dayanıyormuş izlenimi uyandırsa da ilk olarak 20. yüzyılda Kudüs’ün İngilizler tarafından işgâli sırasında kullanılmaya başlanmış ve Kudüs’ü ziyaret eden birçok Avrupalı seyyahın Yahudilerin ibadet biçimlerine atfen buraya “ağlama yeri” demeleriyle yaygınlaşmıştır. Kudüs’te İngiliz mandasının kurulmasıyla birlikte ise İngilizce literatürde bu duvar için kullanılan temel kavram “Ağlama Duvarı/Wailing Wall” olacaktı.

Aslında Yahudilerin bu kavramla bir dertleri yoktu; ta ki 1967’deki Altı Gün Savaşlarına dek. Arap kuvvetlerini ağır bir yenilgiye uğratan Yahudiler Kudüs’ün doğusunu işgal ettikten sonra herkesin alıştığı “Ağlama Duvarı” kavramını terk etmişler ve diaspora Yahudilerinin tekrar Kudüs çatısı altında toplanmasına binaen yeniden “Batı Duvarı” demeyi kendilerine zorunluluk bilmişler. Çünkü artık Yahudilerin ağlamalarını gerektirecek bir sebep kalmamış. Duvar ise onlar için bir kutlama yeri olmalıymış. Savaşın ardından hızlı bir dönüşüm geçiren Kudüs’ün değişimine söz konusu yapı da eşlik etmiş ve Yahudilerin kendilerini “Ağlama Duvarı” isimlendirmesinden uzak tutmalarıyla birlikte asıl kavram tekrar “Batı Duvarı” olmuş. Bundan dolayıdır ki Yahudi kaynaklarında ve ondan etkilenen Batı literatüründe 1967’den sonra “Ağlama Duvarı” terimine pek rastlamıyoruz. Manda idaresinin etkisiyle bazı Araplar arasında da Ağlama Duvarı terimi yaygınlaşmıştı. Lakin Müslümanların Yahudilere inat “Burak Duvarı” ismini benimsemeleri 1920’lerde duvar üzerinde Yahudilerle yaşanan anlaşmazlıkların bir neticesi olarak vuku bulmuştu.

Günümüzde bu kutsal mekân için Yahudiler günlük hayatlarında genellikle İbranice “duvar” anlamına gelen “kotel” yahut “kir” terimlerini kullanmaktalar. Hıristiyanların genel kullanımında da Yahudi literatüründeki anlamını karşılaması bakımından “Batı Duvarı” ismi yaygınlaşmıştır. Biz Müslümanlar içinse Rasûl-i Ekrem Efendimizin Kudüs’ün kadîm taşlarına nakşettiği adımlarını zihinlerimizde her daim taze tutacak olan “Burak Duvarı” olarak kalmaya devam edecektir.

Tarihsel gelişime bakacak olursak Yahudiler, Süleyman’ın ölümünden sonra iki devlete ayrılmıştı. Bunlardan birisi İsrail Devleti, diğeri ise Yehuda Devleti idi. Yehuda Devleti, M. Ö. 586 yılında Babiller tarafından, İsrail Devleti ise M. Ö. 721 yılında Asurlular tarafından yıkıldı. M. Ö. 587 yılında Babil topraklarına hükmeden Asurlular, Kudüs’ü yakıp yıktı ve ve Yahudilerin çoğunu öldürdü. Kalanlarını ise Babil’e tenkil ettirdi.

Yahudiler, Süleyman’ın kabrini bulmaya ant içmişlerdi. Ancak bir türlü bulup çıkaramadıkları için, Ağlama Duvarı’nın karşısına geçip üzüntülerini belli etme adına ağlamayı seçmişlerdir. Esasen Ağlama Duvarı’nın yıkılan kısımlarını yeniden inşa etmek için de Mescid-i Aksa’nın ve Kubbetü’s Sahra (Sarı kubbeli mabet)’nın yıkılması gerekmektedir. Ağlama Duvarı, M.S. 1. yüzyıldan itibaren Yahudiler tarafından Mukaddes kabul edilmeye başlandı. Yahudilerin önünde ibadet ettikleri bu duvar, Kudüs’ün ve Beyt-i mukaddesin yakılıp yıkılışını; esir olarak Romalılar tarafından başka ülkelere sürülüşlerini anmak; hatıralarını tazeleyip, kinlerini bilemek; mabede yeniden kavuşup Yahudi hakimiyetini kurmak hayali içinde dua ve gözyaşı ile yaslarını sürdürmelerini sağlamıştır. Bu duvar yüzyıllarca Yahudilerdeki milli ve dini şuuru ayakta tutmuştur. Yahudilerin inanışına göre, “Bu duvar yıkılmayacak ve Rab, mabedin batı duvarını asla terk etmeyecektir.”


AYNUR KARABULUT

KUDÜS GEZİ NOTLARI

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

52 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page