top of page
Ara
  • Yazarın fotoğrafıAynur Karabulut

BAŞKA BİR ŞEY KONUŞMAYA GEREK BIRAKMAYACAK KADAR İNSANLIK DIŞI TOPLAMA KAMPLARI VAR MI? VAR!..

“…Doğu Türkistan’da 10 milyona yakın insan son 5 yılda toplama kamplarına alındı. Başka bir şey konuşmaya gerek var mı? Toplama kampı diyoruz. Bana göre kelimelerin kifayetsiz kalacağı yerdir burası! Bunun üzerine toplama kamplarında işkence varmış, tecavüz ediliyormuş, köle işçi olarak çalıştırılıyorlarmış gibi mevzuları konuşmaya bile değmez diye düşünüyorum…”

Doğu Türkistan’da yaşanan insanlık dışı zulüm, soykırım üzerine İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Türk Tarihi Anabilim Dalında Öğretim Üyesi Sayın Ömer KUL ile bir söyleşi gerçekleştirdik.

Doç. Dr. Ömer KUL kimdir?

1973 Trabzon doğumluyum. Üniversitede lisansı Erzurum, Yüksek Lisansı Van Yüzüncüyıl Üniversitesinde, Doktorayı ise İstanbul Üniversitesinde tamamladım. Halen İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Türk Tarihi Anabilim Dalında Öğretim Üyesi olarak görev yapıyorum. Daha ziyade Doğu Türkistan özelinde Türk dünyası üzerine çalışmalar yapıyorum. Akademi boyutuyla beraber Sivil Toplum boyutun da bulunuyorum. Evliyim 2 çocuk babasıyım.

Yaşam felsefenizi ne belirliyor?

Peygamberimizin “ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim” sözü mucibince güzel ahlaklı insanlar için güzelliği ve iyiliği istemek, darda olana yardım etmek, insanların ideal sahibi olmalarını arzu ederek onlara örnek teşkil etmek. Bu anlamda da ulaşabildiğimiz, dokunabildiğimiz insanlara dokunabilmek, onlarda güzel izlenimler bırakmak, onları hayata hazırlamak diyebilirim. Başta ülkemiz ve milletimiz olmak üzere Türk dünyası bölgeleri ile alakalı çalışmalar yapıp, bunları yaygınlaştırmayı önemsiyorum.

Doğu Türkistan da neler oluyor?

Aslında “Doğu Türkistan da neler olmuyor” diyebiliriz. Doğu Türkistan’da zulüm 1884’te ismi değiştirilip Xinjiang konulduğu günden bugüne devam ediyor. Doğu Türkistan’da o gün bugündür bölgeyi tamamen Çinlileştirilmek üzere milli ve dini değerlerinden uzaklaştırmak için devlet eliyle bir siyaset güdülüyor.

Doğu Türkistan’da 10 milyona yakın insan son 5 yılda toplama kamplarına alındı. Başka bir şey konuşmaya gerek var mı? Toplama kampı diyoruz. Bana göre kelimelerin kifayetsiz kalacağı yerdir burası! Bunun üzerine toplama kamplarında işkence varmış, tecavüz ediliyormuş, köle işçi olarak çalıştırılıyorlarmış gibi mevzuları konuşmaya bile değmez diye düşünüyorum.

2022 yılı dünyasında bir devlet milyonlarca insanı risk olarak gördüğü için bir yere tıkıyor. Nedir risk teşkil eden durum? Bu insanların Türk, aynı zamanda Müslüman olması. Çin açısından bu durum risk teşkil ediyor. Risk olarak gördüğü için de “sen dönüşmelisin ve ben seni dönüştüreceğim” diyor. Bu dönüştürmeyi yaparken sadece yetişkinleri hedef almıyor, çocuk, genç, ihtiyar, kadın-erkek, bebek ayırmıyor.

Çocuklar için “melek evleri” adı altında bir kreşler açarak dinin hastalıklı bir ruh hali olduğunu söylüyor. Bu nasıl bir paradoks, nasıl bir vehamettir. Bu çocukları inançları gereği giymediği, yemediği, yapmadığı şeyleri yapmaya zorlayarak eğitim adı altında zorunlu olarak kreşlerde tutuyor.

Kendilerinin dahi 1000 sene önce yapıp günümüzde terk ettiği Çin kültürüyle, giyim, kuşam, örf-adet anlayışıyla yetiştiriyor. 10 yıl sonra bu çocuklar Allah, peygamber, din, millet nedir bilemeyecekleri bir yapıya doğru götürülüyor. O yüzden hangi birini sayacağız. Toplama kampı var mı? VAR…

Nokta, bitti.

Bu toplama kamplarının varlığı, ben insanım diyen birisini tedirgin etmiyorsa, bununla ilgili ortaya bir tepki koyamıyorsa, ona başka bir şey anlatmanın anlamı yok.

Çin devletinin Uygurlarla bitiremediği meselesi nedir? Sorun ne zaman ve nereden başlıyor?

Bir Çinli her sabah uzaydan dahi görünen bir Çin seddi ile uyanıyor. Bu Çin seddini zamanında ceddim olan ve Türk olarak bilinen bir ırktan korunmak için yapmışlar. İşte bu Çin halkında büyük bir korku, düşmanlık ve kin besliyor.

İkinci husus ise 751 yılında Abbasîler ve ortağı olan Karluklar ile Çinliler arasında Talas savaşı yaşanmıştı. O savaşta Arapların galip gelmesini sağlayan Türklerdi. Türkler o zaman Müslüman değildi ama Arapların yanında Çinlilere karşı savaşmıştı. Çünkü Türkler Çinlileri en iyi tanıyan milletti. Çok uzun zaman onlarla komşuluk yapmışlardı. Çin seddini yaptıran Türklerin destek olduğu Arap İslam orduları o savaşı kazanmıştı. Buradan da gelen ve beslenen bir düşmanlık var.

Çin’in tehlike olarak gördüğü iki büyük düşmanı var. Birincisi Türkler, ikincisi İslam. Bugün Doğu Türkistan’da yaşananların sonucuna baktığınızda Çin, iki düşmanını ortadan kaldırmaya çalışıyor diyebiliriz. Önemli bir başka husus daha var ki onun için de Çin felsefesine bakmak ve bu felsefeyi çok iyi anlamak gerekir.

Nedir o felsefe?

“Ben merkezi krallığım” diyen bir Çin var karşımızda. Dünyada Çinli’ye göre iki çeşit yaratık var. Birincisi modern, medeni, insan olan Çinliler ikincisi ise diğerleri. Bu kadar net. O diğerleri dedikleri grubun içine siz, ben, Avrupa, Amerika, Afrika, Türkiye, ormandaki bir ağaç, denizdeki bir balık, yerde sürünen bir sürüngen yani kainattaki varlıkların tamamı giriyor. Kendini bütün varlıkların üzerinde bir varlık olarak görüyor. Çini tanıyıp anlamak bu noktada çok önemli. Çin kendisi dışındaki her şeyi barbar olarak gördüğü için onların medenileştirilmesi gerektiğine inanıyor.

Toplama kamplarının açıldığı dönemde Çin yetkililerinin açıklamalarının bir kısmı şöyleydi. “Biz hastalıklı ruh haline sahip olan bu insanları normalleştiriyoruz” diyorlardı. Yani bu toplama alanlarında “Allah yok. Madem Allah var diyorsunuz o zaman haydi gelsin size ekmek, su versin. Bak gelip veremiyor. O halde Allah, peygamber dediğiniz şey Çin Komünist Partisi’dir. Bakın size ekmeği ve suyu o veriyor. Ondan yardım isteyin o size her şeyi verir” diyor. Zihniyet bu.

Barbar demiş olduğu, medeni olmayan ne varsa onları medenileştirmek için aslında ona eziyet ederken de, tecavüz ederken de, değiştirip dönüştürürken de, üç kişinin yatmayacağı yerde 20 kişiyi yatırıp, yedirip, içirip, tuvaleti vs. gibi her şeyini o küçücük alanda yaptırırken de aslında şöyle düşünüyor. “Biz onlara iyilik yapıyoruz. Onları değiştirip, dönüştürüyoruz” diye bakıyor.

Eğer bu Çin düşünce, anlayış ve felsefesini, karakterini bu anlamda bilirseniz bugün;

“Ya nasıl oluyor da 2022 dünyasında bir devlet milyonlarca insanı kamplara hapseder” demezsiniz. Bu durum Çin’in anlayışına göre normal. 2.500-3000 yıllık bir düşmanlıktan bahsediyoruz. Çin dediğimiz devlet dünyanın hiçbir devletinde olmayan bir karaktere sahip. Çin komünist partisi inanışı ve anlayışına göre farklılık tehdittir. Tek tipleştirmeyi önemser. Bizim gibi farklılığımız zenginliğimizdir anlayışı onlarda asla kabul görmez ve tehdit olarak algılanır.

Doğu Türkistan davasını nasıl okumalıyız?

Çin’in bu yaptıkları karşısında dünya büyük bir imtihan veriyor. Paraya tapanlar ve insani değerlerin yanında olanlar. Paraya tapanlar sesini çıkarmazlar, değeri insan olanlar ise her yerde seslerini yükseltirler. Yaratılmışların en şereflisi eşref-i mahlûkat inancımızın temelini oluşturuyor bu noktada taraf seçme tercihi bizlerin. Tercihimizi ya insanlıktan yana ya da paradan yana kullanacağız. Bu dava bu noktada insanları ikiye ayırıyor. O yüzden diyorum ki Doğu Türkistan davasını Türklük veya İslam davası olarak görmemek lazım. Bu meseleye insanlık davası olarak bakmak lazım. Çünkü siz bunu Türkçülük üzerinden anlattığınızda sizi ırkçı olarak görürler. İslam üzerinden anlattığınızda şeriatçı olarak görülürsünüz. Ama bu mesele ikisini de aşan bir meseledir. Müslüman ve Türk oldukları için bu zulmü gördüklerini bileceğiz ama sonuçta insanlık davası olarak göreceğiz, anlatacağız ve okuyacağız.

Uygulanan baskılarda Doğu Türkistan’ın coğrafi konum olarak rolü nedir?

Stratejik anlamda Doğu Türkistan çok önemli bir noktada. Çin’in batıya açılan kapısı. Türkiye’nin 2,5 katı büyüklüğünde bir coğrafyası var. Yer altı ve yer üstü kaynakları açısından da Çin’in enerji ve ham madde ihtiyacını, petrol, doğalgaz, uranyum olmak büyük kısmını karşılayan bir bölgedir. Bu stratejik ehemmiyet ve zenginliği dolayısıyla Çin burayı bırakmak istemiyor.

Tarihte burada kurulmuş bir çok Türk devleti var. Bu devletleri Çinlisi, Rus’u, İngiliz’i elbirliği ile yıktı. Bugünde geçmişe özlem duyan insanları ortadan kaldırarak geçmiş ile bağlarını koparmaya çalışıyorlar. Çin Doğu Türkistan’ı kaybettiği gün, okumalarımdan anladığım kadarıyla, bir dağılma süreci yaşayacağı için bırakmak istemiyor. Doğu Türkistan’ı bütün iplerin kopma noktası olarak görüyor. Bu anlamda yarın burada bir istiklal veya ayrılıkçı bir hareket olmaması adına insanları tamamen dönüştürüp, değiştirip, sindirmek, korkutmak, Çinlileştirmek üzere ciddi bir devlet siyaseti güdüyor.

Çin için Doğu Türkistan kaybedilmemesi gereken stratejik öneme sahip. Hem kalabalık nüfusu yerleştirebileceği bir coğrafya olması, hem doğal zenginlikleri, hem de iş gücü açısından kaybetmemesi gereken, kaybettiği anda kendisinin dağılabileceği bir coğrafya olarak görüyor.

Dünya, insan hakları savunucuları, Birleşmiş Milletler vs. Çin nasıl bir politika uyguluyor ki bu zulmün görülmesinin önüne geçiliyor. Dünya bu durum karşısında neden sessiz kalıyor?

1971 yılında bugünkü Tayvan devleti bir gecede devletsiz bırakıdı. Bu tarihe kadar Çin Halk Cumhuriyeti hiçbir ülke tarafından tanınmıyordu. 1971 yılına kadar Tayvan Birleşmiş Milletlerin 5 daimi ülkesinden bit tanesi idi. 1 gecede Tayvan daimi üyelikten alınarak onun yerine Çin Halk Cumhuriyeti yani bugünkü Komünist Çin alındı.

Niye alındı?

Sovyet Rusyaya karşı güçlü bir blok oluşturmak için alındı. Komünist bir devlet Batı tarafından, başta Amerika olmak üzere dünya siyaset yapıcıları tarafından bu grubun içerisine alındı. Ve Batı elbirliği ile Çin’i kalkındırmaya başladı. 1 milyara yakın insan vardı, bu Batı için ucuz iş gücü demekti. Batı, Çin’i sistemine dahil ederken şunu hesap etti. “1 milyarlık bir Pazar ve ucuz bir iş gücü var ben bunu kullanırım. Hem insanları çalıştırıp ucuza mal ederim hem de pazar olarak orayı kullanırım ve bu sayede batı değerlerini buraya empoze edebilirim”.

Tabi bunların hiçbiri olmadı. Evdeki hesap çarşıya uymadı. Çin’i tanımadıkları için bunu yapamadılar. Çin değişmeyi, dönüşmeyi düşünmeyen veya Batılı değerler üzerine bir dünya tasavvuruna sahip değildi. Onun karakteri farklı. Sonuç itibari ile Batı kendi eliyle bir dev yarattı.

2002 yılında Dünya Ticaret Örgütüne ardından Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde, İnsan Hakları Daimi Temsilciliğinde Çin’e yer verdiler. Çin farklı bir insan, farklı bir devlet anlayışı, yayılmacı tıpkı Batı gibi emperyalist bir devlet stratejisi benimsiyordu. Afrika’nın en çok borç aldığı ülke Çin oldu. Çin, uluslararası teşkilatlarda borç verdiği ülkeler onun lehine her yerde parmak kaldırmaya başladı. Hal böyle olunca dünya ekonomisinin üretim merkezi haline getirildi ve herkes Çin’e bağımlı hale geldi.

Yarattıkları deve yem oldular diyebilir miyiz?

“Yem oluyor gibi görünüyor” demek daha doğru olur. Dünya sistemini kuran Batılılar bu işi kolay kolay birilerine devretmezler. Olabileceklerin farkındalar. O yüzden oluyor gibi görünse de kanaatim bu hiçolmayacak. Çin orada üreyip, çoğalıp, büyürken bu sistemi kuranlar iki dünya harbi yaptılar. Milyonlarca insan katlettiler. Kendi insanlarını da katlettiler ama bir düzen kurdular. Düzen için bedel ödemiş adamlar. Evet, o düzen için bedel ödersiniz o düzeni kurarsınız o zaman dünya 1’den küçük diyebilirsiniz.

Savaşı veren sizsiniz. Kazanan, kaybeden vs. önemli değil. Günümüz dünyasında güçlü olan haklı. Güçlü olmak içinde üreteceksiniz. Çin, % 1 milyon kazanacağına emin olmadığı bir işe girmez, yakınındakini ez uzaktakiyle dost ol gibi 36 hilesi var. Bilmek lazım…

Türkiye Doğu Türkistan da olan meseleler üzerine ne gibi adımlar atıyor veya adım atıyor mu?

Türkiye’de hep karıştırılan bir meseledir bu. Devlet Doğu Türkistan meselesi devletin her zaman desteklediği, milli bir siyaset olarak gördüğü, ötelemediği, öncelikleri arasında yer verdiği bir problem olarak görmüştür. 1872’de Osmanlıya Yakup Han bir heyet göndermiş ve bu heyet geri döndüğünde halife adına bir hutbe okutup para bastırmıştı. Devlet Suriye’de nasıl direnç gösterdiyse, Kırım konusunda Rusya karşısında nasıl bir tavır koyduysa Doğu Türkistan meselesine de öyle bakarak tavır koyuyor.

Kırımın da, Suriye veya Balkanların da Doğu Türkistan’dan hiçbir farkının olmadığını devlet biliyor ve ona göre tavır alıyor. Bence Çin’e karşı tavrını çok da net koyuyor. Ama biz halk olarak devlet aklı ve siyasi parti aklını her zaman karıştırıyoruz. Konuşmamasını veya konuşmasını da sanki devlet yapıyor veya yapmıyor şeklinde algılıyoruz. Doğru anlamak için ikisini ayırmak gerekiyor. Mesela Dünya üzerinde Doğu Türkistan ile alakalı 100’e yakın vakıf veya dernek var. Bunlardan yarıdan fazlası Türkiye’dedir. En somut örnek bence budur.

Nüfus olarak en yoğun yaşadıkları yer Kazakistan’dır ama Kazakistan da Gökbayrak açamazsınız. İnançlarında bütün Müslümanlar kardeştir yazan Arabistan’da da açamazsınız. Mısır bütün Doğu Türkistanlı öğrencileri Çin’e iade etti. Bunları değerlendirdiğimizde Türkiye’de Doğu Türkistanlılar istedikleri yerlerde nümayiş yapabilirler, bağırabilirler, gazete çıkarabilirler, dernek, vakıf kurabilirler, TV ve Radyo açabilirler, konferans verebilirler.

Devletin milli bir siyaseti olmazsa bunları nasıl yapabilirsiniz. Yapamazsınız. Bu ayrıntıyı yakalayabilmek lazım. Devlet, devleti yöneten siyasi parti ile eş değer görülmeye başlandığında bu durum anlaşılmaz. Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Erdoğan konuşmadığında devlet bir şey yapmıyor şeklinde algılanıyor.

Devlet kanun çıkarıyor. “Türk soylu halk bir şekilde sınıra geldi, ülkeye girdi onu alacaksınız” diyor. İşte bu devlet politikasıdır. Onun geri kalan kısmı konvektörel olarak iktidarı yönetenler ve onun kullandığı dil ile sizin kullandığınız dil aynı olmadığı için anlaşılmıyor. Kaldı ki devlet dili ile halk dili aynı da olmamalı zaten. Çünkü devlet yöneten tarafta. Bir sivil toplum kuruluşu veya bir akademisyen olarak benim yazdığım ile devletin söylediklerinin aynı olması, aynı konuşulması doğru değil zaten. Devletin dili farklı olmak zorunda.

Neden?

Mesela batı Çin büyüyünce tehdit olduğunu fark etti ve “ben Çin ile uğraşacağım ve Çin’e “bu senin yaptığın bir soykırımdır” dedi. Türkiye ise bana göre, akademisyen ahlakıyla böyle yorumluyorum, “Çin’e Batılılar gibi davranıp kapıları tamamen kapatmaktansa onun da bazı hassasiyetlerine dikkat ederek kapıyı aralık tutup bu konuyu müzakere yoluyla çözebilir miyim” diye düşündü ve bunu hükümet nezdinde tatbik etti ama devlet aklı ise arka planda zaten Uygurlar ile ilgili yapacaklarını ara vermeden yapmaya devam etti. Eksiklik yok mu? Tabi ki var. Eksiklikler her zaman olacak.

Bu makul olan bir tutumdu ama eğer siz Çin’i tanırsanız bu durumun veya duruşun etki etmeyeceğini de anlayabilirsiniz. Çin ile ilgili yapacağınız duruşta veya söyleyeceğiniz radikal söylemde Sayın Cumhurbaşkanımızın başbakan olduğu dönemde net bir ifade ile 2009’da “Çin’in uyguladığı bir nevi soykırımdır” dediği zaman Çin ipleri koparmadı aksine “gelin sizinle bu konuyu konuşalım, siz bizim için önemlisiniz” dedi.

Türkiye kabul edelim etrafı düşmanlarla çevrili bir coğrafyada yaşıyor ama Türkiye’nin İslam ve Türk dünyasında bir ağırlığı var. Çin’in korktuğu Türkiye’nin mevcut yapısı değil, bu ağırlığı. Onun için Türkiye’yi nasıl karşıma almamam gerekiyor kısmını, bu çok ince stratejisini bu düşünce üzerinde uygulamaya çalışıyor.

Türkiye devlet aklıyla gereğini yapıyor ama halk dilinde bu yapılanlar anlaşılmadığı için yapılmıyor gibi görünüyor anladığım kadarıyla. Bir tarafta saha da Türkiye’nin Çin ile olan ticari ilişkilerinin zedelenmesinden korktuğu için adım atmadığını savunanlar var. Bunların tamamını söylediklerinizle birleştirdiğimizde ortaya nasıl bir görüntü çıkıyor?

Türkiye Çin ile ekonomik ilişkilerini geliştirdiği için bu konuda sessiz kalıyor, bir şey yapmıyor diyenleri ben insan yerine koyup cevap bile vermiyorum. Bu konuyu değerlendirdiğinizde Çin’den kaçmanız gerekiyor. Niye çünkü her yıl 20 milyar ortalama ticari açık vermiş olduğunuz bir ülkeden bahsediyorsunuz. Hiçbir anlamda rekabet edemeyeceğiniz bir ülkeyi en büyük pazarınıza kendi elinizle beraber methiyeler düzüp buyur etmek çok büyük bir yanlıştır.

Çin’den kalkan bir tren direk olarak Londra’ya gidecekmiş de ben onu karşılıyorum ve buna resmi devlet töreni düzenleniyor ise bu akıl tutulmasıdır. Çünkü Türkiye’nin dış ticaretinin %50’si Avrupa ülkeleriyle. Hiçbir anlamda rekabet edemeyeceğimiz bir ülkeyi oraya kendi üzerimizden geçiriyoruz. Doğu Türkistan meselesinin değerlendirilmesi ülkeyi yönetenlerin, siyasi partilerin bu konuda duruşu eleştirilecek, hakaret edilecek bir boyutta değildir. Mesela En son Pakistan’da yapılan İslam İşbirliği Teşkilatı’nın toplantısında Sayın Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu orada Uygur meselesini gündeme getirdi ve hiçbir İslam ülkesi bunu yapmadı. Bardağın dolu tarafını görmek gerek.

1949 yılında komünistler Doğu Türkistan’ı işgal ettiklerinde o insanlar kafileler halinde dünyaya çıktılar. Çıkanlar muhafazakâr insanlardı ve bunlar Hindistan’a geldiklerinde Hindistan “sizin yüzünüzden Çin ile aramı bozamam, ülkeyi terk edin” dediğinde onları oradan kurtaran ve bir kısmının Türkiye’ye getirmesine sebep olan Türkiye Cuhuriyeti Devletiydi. Evet, o insanlar muhafazakârdı. Hindistan’da İsa Yusuf Alptekin’e dediler ki “madem biz çıktık şu kutsal beldelere yakın olalım. Suudi Arabistan’la görüş bizi orası kabul etsin”. İsa bey gitti görüştü ama Suudi Arabistan da kabul etmedi, Mısır da kabul etmedi. 1052’de kabul etmemişlerdi, 2016 sonrasında ise Mısır’dan, Suudi Arabistan’dan onlarca, yüzlerce insan Çin’e iade edildi.

Türkiye’den yanlış hatırlamıyorsam 1 kişi Tacikistan’a gönderildi, orada da Çin’e iade edilmiş. 1952 yılında bu yana bu insanlar Türkiye’ye geldiğinde devlet her zaman yanlarındaydı. Türkiye “Çin ile bozuşurum, almayayım” demedi. Taylan’dan 200’e yakın Uygur getirildi. Onlar Çin’e dönselerdi idam edileceklerdi. Hiçbir İslam ülkesi çıkıp biz bunları alalım demedi ama Türkiye dedi ve aldı. O zaman kimse kusura bakmasın Türkiye bir şey yapmıyor söylemini kabul etmem mümkün değil.

20 yıldır bu konular üzerine yazan, çizen, okuyan, araştıran biri olarak ahde vefa sahibi olmalı insan diye düşünüyorum. Türkiye’nin yaptıklarını görmeli. Türkiye’nin içerde ve dışarıda bu kadar sorunu olduğu bir dönemde Amerika’yı, Arap dünyasını, İsrail’i, Avrupa birliğini yeri geldiği zaman Rusya’yı karşısına aldı. Herkes düşmanlık yapıyor bu ülkeye çünkü biliyorlar İslam’ın da Türklüğün de ayakta durabildiği son kale burası. Burayı da yıktıkların da bu değerler zaten kalmayacak. Böyle bir dönemde evet orada çok büyük bir zulüm yaşanıyor ama Türkiye de gücü nispetince yapması gerekeni, eksikliklerine rağmen, yapıyor, yamaya da devam edecek görünüyor.

Türkiye de yaşayan Doğu Türkistanlı kardeşlerimizin yaşadığı söylenen birçok sorunların kaynağı nedir? Eksiklikler mi, yetersizlikler mi? Bu durumu neye bağlıyorsunuz?

Evet, haklısınız birçok sorun yaşanıyor. Bakınız Amerika’yı tekrar keşfetmeye gerek yok. Doğu Türkistanlıları ülkeye kabul edip her yere gelişi güzel dağılmalarına göz yummak onlara yapılmış bir iyilik değildir. 1952 yılında gelenlerin hepsi iskanlı göçmen olarak kabul edildi. Niğde Altay köye, Manisa Salihli’ye, 1965 yılında getirilenler Kayseri Develi, Kayseri Merkez’e, dericilikle, ticaretle uğraşanlar Zeytinburnu’na yerleştirildi. Yani devlet aklı hayvancılık, tarım, ticaret gibi vasfına göre gruplandırarak uygun bölgelere göndererek bunları iskan etti.

Ülkemizdeki mülteci politikalarının tamamı için kurallar olmak zorunda. Başka türlüsü ile baş etmek mümkün değil. Biz din, dil, ırk fark etmeksizin hep mazlumları kabul ettik. İyi niyetle hareket ediyoruz ama zaman zaman bu yardım değil tembelliğe alıştırıyoruz diye de düşünmüyor değilim. Devlet kurallarla yönetilir. Kurallar olmak zorunda. Toplumsal olayların oluşmasını önlemek için devlet hukuki bağlamda kanunu olmak zorunda. Kuralları koyacak, siyasi irade bir yol haritası çıkarmalı. İstanbul’da değil de kendi kendilerine yetebilecek. Kendi ayakları üzerinde durabilecek yerlere konumlandırılmalılar. Devlet kuralı koyup iskanlı göçmen gibi kontrollü sistem oluşturmak zorunda. İnsanın kazandığı 1 liranın bereketi başkasının getirdiği 2 liradan daha fazla olduğu gerçeğini bu insanlara anlatmalı ve hissettirmeliyiz. İmkansız bir durum değil. Ümit ediyorum ki bunlar düzelecektir. Ama daha da ümit ettiğim bir şey var. Zulüm ilelebet payidar olmaz. Doğu Türkistan’daki zulüm de bitecektir. Uzun sürmeyecektir. Haksızlığın önünde durmak, dillendirmek gerekiyor. Siyasi iktidar devlet yönettiği için bunu dillendirmiyorsa sivil toplum kuruluşları, akademisyenler, cemaatler neden susuyor. Bunu dillendirebilirler. Bu güçlü dillendirmeler siyasi iradeyi de yönlendirmiş olacak diye düşünüyorum.

Çin bir tehlikedir. İnsana bakış açısıyla bir tehlikedir. Türkiye için büyük bir tehlikedir. Ekonomik, yayılma, demografik anlamda bir tehlikedir. Çin tehlikesinin boyutları küçümsenmemelidir. Türkiye, Çin ile ilişkilerini Doğu Türkistan meselesini hiç karıştırmadan masaya yatırmalı. Ki bunu yatırdığında ben Çin ile olan ilişkilerimi minimize etmeliyim, en asgari seviyeye düşürmeliyim diyecektir zaten.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Doğu Türkistanlı kardeşlerimize ithafen olsun. Hayata iyi hazırlansınlar, bulundukları ülkenin kanunlarına riayet etsinler. Azıcık zeki ve cesaretli olurlarsa sorunsuz yaşayacaklarına inanıyorum. Sonuçta burası Çin değil. Bu ülkede hukuk, müracaat edecekleri yerler var. Başkasını araya koyup iş gördürme alışkanlıklarını bırakarak kendilerini geliştirsinler. Kendi işlerini kendileri halletsinler. Bilemedikleri yerlerde danışsınlar. Birçok Sivil Toplum Kuruluşları onlara memnuniyetle hiçbir beklenti olmadan yardımcı olacaktır. Kendilerini kullanabilecek oluşumların ağına düşmesinler. Bu işi rant kapısına dönüştürenler de böylece hayal kırıklığı yaşamış olacaklardır.

Ümit ediyorum ki en kısa zamanda Kaşgar’da, Urumçi’de gök bayrağın dalgalandığını görmek ve oralarda kardeşlerimizle özgürce oturup çayımızı, kahvemizi içip sohbet ettiğimiz günleri görmek nasip olsun.

Vakit ayırdığınız için teşekkür ederim

Ben teşekkür ederim


Röportaj / Aynur KARABULUT

NİSAN 2022

99 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page