Usta oyuncu Ulvi ağabey ile MİM Derneği ve İHH’nın ortaklaşa düzenledikleri bir hayır çarşısında karşılaşıyoruz. Söyleşi yapmaya bayıldığımı bilen her zaman yanımda olan ve destekleyen çok sevdiğim Zeynep Karaoğlu ablam, Ulvi bey ile bir röportaj yapmak ister misin Aynur diye soruyor. Böyle bir soru tamda adamına soruldu diyorum istemez miyim seve seve ama hemen şimdi mi demeye kalmadan Zeynep ablam sağ olsun organize etti bile ve Ulvi ağabey de kırmadı. Oracıkta röportaj gerçekleştirdik. Kısa da olsa keyifli samimi bir söyleşi olduğunu düşünüyorum. Umarım aynı keyifle okursunuz…
Ulvi Alacakaptan, 1949 yılında İstanbul‘da doğdu.
İstanbul İktisadi Ticari İlimler Akademisi Şişli Yüksek Okulu İşletmecilik bölümünden mezun oldu.
9 yaşında iken 1958 yılında İstanbul Radyosu Çocuk Kulübü’ne seçildi ve 1967’ye kadar İstanbul Radyosu’nda çalıştı.
Genco Erkal’ın kurduğu Dostlar Tiyatrosunda 1969 – 1971 yılları arasında tiyatro kursu gördü. Dostlar Tiyatrosunda 1969-1978 yılları arasında Soruşturma, Alpagut Olayı, Abdülcanbaz, Azizname, Şili’de Av, Kerem Gibi, Havana Duruşması, OrBaş kaldıranlar, Düşmanlar, Bitmeyen Kavga, Sabotaj Oyunu, Devrik Süleyman, İkili Oyun gibi oyunlarda oyunculuk, yönetmen yardımcılığı ve dramaturgluk yaptı.
1978-1980 yılları arasında iki sene İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrolarında çalışırken “Ayak Bacak Fabrikası” ve “Beş Para Etmez” oyunlarında başrolde oynadı. Daha sonra pek çok önemli oyunla ismini duyurdu. Televizyon ekranlarında ve sinema perdesinde yer aldı.Şüphesiz birçok kimse onu ‘Son tahlilde’ vurgusuyla Perran Kutman’lı Hayat Bilgisi dizisinden hatırlıyor.
Ne zaman Müslüman oldunuz?
1984 yılında Müslüman oldum. Beni Din İşleri Yüksek Kurulu’na yönlendirdiler. Aynen tiyatrolardaki gibi siyah kolluklu memurlar vardı, şimdi yok öyle bir memur. “Ben Müslüman oldum” dedim. Memur bana “Müslümandınız, şimdi Müslümanlığı yaşamaya başladınız” dedi. İşte doğru düzgün Müslüman olmamamızın nedeni; bizim zaten Müslüman olmamız.
“Yanlış Yaşıyorum” Gibi Bir His…
Siz Marksisttiniz. Daha sonra İslâm’a yöneliyorsunuz. O süreç nasıl gerçekleşti?
Ben inandığı şeyi ciddiye alan bir adamdım.
Solcuydum; bizim gibilere ‘ÇBS’ derlerdi, ‘çizgisi belirsiz solcu’ demektir. O dönemde meslek hayatımda en başarılı dönemimi yaşıyordum. Çok para kazanıyordum. Fakat içimde hep yanlış yaşıyorum gibi bir his vardı. Doğum günüm yaklaşıyordu. Aklıma ‘Senin şimdiye kadarki huzursuzluğunun sebebi inkârcılığındı, Allah’ı tanı ve kurtul, çok az vaktin var’ diye bir düşünce yerleşti. Çok korktum, hiç öyle şeyler düşünen bir adam değildim.
Tarık Papuççuoğlu ve Rasim Öztekin ile aynı odada kalıyorduk, oteli değiştirdim. Çünkü onlara anlatmam mümkün değildi, bir gün önce farklı bir gün sonra farklı olmamı…
Bir Kur’an-ı Kerim meali ve Namaz Hocası aldım. Akşam oyun oynuyordum, eve geldiğimde onları okuyordum. Herkes anlamıyor ama Marksistlere bunun ‘sıçrama noktası’ olduğunu söylüyorum.
Herkese Sanatçı Denmez
Sanatçı olmak her şeye karşı olmak mıdır?
Türkiye’de en yanlış kullanılan laflardan birisi de ‘sanatçı’ lafıdır. Heykeltıraş, ressam, grafikçi ve fotoğrafçı; sanatçıdır. Ben tiyatrocuyum, bu benim için güzel bir nişânedir. Tiyatrocu işin tarihini ve dramatolojisini de bilir.
Toplum, günümüzdeki sanatçı ve ünlüleri Yunan Tanrıları yerine koyuyor. Sanatçıya sanat sorulur, onlarla gündem pek konuşulmaz. Halk, insanların sıkıldığı ve rahatsız olduğu şeylerin sahneden dile getirilmesini seviyor, fakat bunu abartıyor. Sanatçıdan da çok fazla şey beklemek sanatçıya haksızlık olabiliyor.
Sanat Dünyasını yorumlar mısınız lütfen?
Türkiye de birçok sanat dalında Türk bir sanat yok. Şöyle ki bir sanat dalının Türk, Fransız, Alman olabilmesi için o milletten insanların onu yapması yetmez tek bir şartı vardır, o da kendine has bir üslûbü olmasıdır. Biz Fransızlar kadar Molier; İngilizler kadar Shakespeare oynuyoruz, ama kendimiz gibi oynadığımız hiçbir şeyimiz yok.
Tabi bu Türkiye’nin yaşadığı biricik kırılmadan ve felaketten dolayıdır. Cumhuriyet idaresi eski olan her şeyi, bu artık eski diyerek kenara itmiştir. Batıdan veya dışardan aldığı hiçbir şeyi de yeterince alamamıştır. Arada derede gidip geliyor. Neredeyse bütün sanat dallarımız böyle. Belki musiki, eskiden gelen kültürünü devam ettiriyor.
Tiyatro, sinema, opera, bale için yapay bir kültür söz konusu. Şimdi daha büyük bir tehlike var. Sadece sanat değil toplum yaşamı, din, aklınıza ne geliyorsa sosyal yaşam olarak hepsinin üzerine basan bir televizyon olayı var. Televizyonlara ilk karşı çıkanlardan biriydim.
Bugün dünya bir iletişim fukaralığı çekiyor. Telefon, televizyon, internet watsapp, instagram; bunlara iletişim vasıtaları diyorlar ama esasında bunlar iki insan arasındaki iletişimi koparıyor. İnsanın insana çok ihtiyacı olduğu bir zamanda, insan insandan kaçar olmuş dünya çapında. Sanal diyorlar adına ama hakikaten daha çok sarılıyorlar. Ben televizyonlarda oynuyorum. Mecburen. Bu da kapitalist sistemin bir gereği.
Reçel kavanozunu dışardan yalayan maymunlar gibisiniz. Televizyon ekranlarından hayatı yalıyorsunuz, diyorum çoğu zaman.
Her şey sanal. Orada cereyan eden savaş, reel bir şey fakat onu da size sanal olarak sunuyorlar. Korkunç bir gidişata doğru gidiyoruz.
İki genç birbirini tanıyor; en ufak bir krizde Facebook veya İnstagram’dan engelledim deyip bitiriyor her şeyi. Hiç insani bir şey değil.
Bu kültür biçimi bilinçli olarak mı empoze edildi?
Hem evet, hem hayır. Ama bu senin mazeretin olmamalı. İnsanlar televizyon tutkunu olup kabahati başkasında arıyorlar. Yok öyle yağma.
Ee kapatın. Hayır eskiden kapatılırdı. Eskiden tv kültürü istediğin zaman kalkıp kapatıyordunuz. Bitiyordu, şimdi ise kapatamama aleti icat ettiler. Kapatmadan ordan oraya bakarken kapanamıyor maalesef.
Sovyetler birliği çökene kadar kapitalizm vardı, sosyalizm vardı 90’larda sosyalizm çöktü kapitalizm bitti. Öyle zannettiler. Oysa hayır, bitmedi sadece isim değiştirildi. Piyasa ekonomisi yaptılar. Emperyalizmin adını da globalizm yaptılar. Böyle yürütüyorlar. Yeni olan tek şey, artık dünya devletlerden çok şirketlerin dünyası oldu. Onlar yönetiyor. Kapitalizmde de bir şeyin değeri piyasa değeri ile ölçülüyor. Çok satıyorsa kültürel yozlaşmasına bakılmıyor.
Sanat konusunda da böyledir. Eğer satıyorsa doğrudur. Satan şey, seviyesiz ve ucuz şeyler. Çünkü demokrasi de öyle ucuz ve seviyesiz bir şeydir. Sayılara bağlıdır. Büyük sayılı halklar dünyanın hiçbir yerinde çok kültürlü veya gelişmiş değillerdir. Bu İsveç’te de öyle, Amerika’da da öyle.
Kültürel çöküntü için empoze edileni almak zorunda değilsin. Onlar bunu yapıyorsa sen bilinçli ve inançlıysan bunlara karşı donanımlı olmak zorundasın. Ama ne donanımı ne de bilinci çok istiyormuşuz. Eleştirdiğimiz her şeyin bir fazlasını mutlaka yapıyoruz.
Ulvi Alacakaptan’ı bir cümle ile anlatsanız ne derdiniz?
BEN BİR BOYALI KUŞUM.
CERZİSOSİNK diye çok az sayıda kitabı olan ve sonradan intihar etmiş bir yazar vardır. Bu ona ait bir kitabın ismidir. İkinci dünya savaşınca yetim, öksüz kalmış bir çocuğun hikâyesidir.
Çocuklar bir karga bulurlar. Kanadı kırık. Salmadan önce o siyah kargayı maviye boyarlar. Fakat rengi mavi olduğu için diğer kargalar onu gagalaya gagalaya öldürüyorlar.
Ben eleştiriye önce kendimden, mesleğimden başlarım. Maalesef bu pek hoş karşılanmıyor. Bu sebeple hoş karşılanan biri değilim. Halbuki ben onları seviyorum eleştiri bir tavsiyedir. Halbuki insan sevdiği insanı eleştirir. Bana soruyorlar ‘Hangi cemaatensiniz?’ Diyorum ki sizin cemaattenim. ‘Nasıl?’ diyorlar. Sizin sizin sizin sizin diyorum defalarca. Kendi grup ve cemaatinin dışında kimseyi tanımamak Yahudilik’tir.
EVET BEN BİR BOYALI KUŞUM!.....
Röportaj/Aynur KARABULUT
תגובות