Aynur Karabulut
İYİNİN VE KÖTÜNÜN MÜCADELESİ!..
Sosyolog/Yazar Sayın Erol Erdoğan ile Türkiye ve gençliğe dair ufuk açıcı bir söyleşi gerçekleştirdik. Sizin de bu keyifli söyleşiden payınıza düşeni alacağınızı umuyoruz...

Erol Erdoğan Kimdir?
1969 yılında Sinop’ta doğdu, 1979 yılından beri İstanbul’da yaşıyor. İlkokulu köyünde okudu. İstanbul Erenköy Kur’an Kursunda hafızlık yaptı. Lisansını Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde, yüksek lisansını Sakarya Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde tamamladı. Eğitim, reklam, araştırma ve yayıncılık sektörlerinde yöneticilik yaptı. Nida, Mavikuş, Şehrengiz, Bengisu.Net, Yeni Dünya, SPD Sosyal Politikalar Dergisi, İSMEK El Sanatları, Minika Çocuk ve Minika Go dergilerinin kurucu ekiplerinde yer aldı. Siyasi partilerde il başkanlığı ve genel başkan yardımcılıklarının yanı sıra sivil toplum kuruluşlarında yöneticilik yaptı. Yazıları günlük gazeteler ve aylık dergilerde, şiirleri Şehrengiz, Ay Vakti ve Tütün dergilerinde yayınlandı. Halen ARGETUS Araştırma’da danışmanlık ve Minika Go ile Minika Çocuk dergilerinin yayın danışmanlığı görevlerini yürütüyor. Eğitim, gençlik, çocuk, kültür politikaları ile ilgileniyor. Evli ve iki kız babası.
Kitapları: İnsan Mevsimi (2013), Çocuk Oyunları (2014), Oruç Mevsimi (2016), Oyun Sözü (derleme, 2017), Günbegün (2017), Saklambosi (2020)

SAKLAMBOSİ
“Saklambosi” Erol Erdoğan’ın son kitabının adı. İz Yayıncılık’tan çıktı. 95 sayfa. Türü deneme. 1990’lı yıllardan beri, çocukluğumuzdaki oyunları ve oyunlardaki sözlü unsurları derleyen Erol Erdoğan, Saklambosi'de okuyucusuna ‘tekerlemelerden sohbetler’ sunuyor. Ona göre, oyunlardaki mâniler, tekerlemeler ve sayışma sözlerinde dönemin çocukluğuna, dil ve edebiyatına, örf ve yaşayışına dair çok renkli izler var. Kitap, ilk baskısını Şubat 2020’de yaptı. Saklambosi, edebiyat, sosyoloji, etimoloji, folklor, sözlü tarih, ilahiyat gibi birden çok disiplinden faydalanılarak yazılmış bir kitap. Bazen bir hikaye kitabı okuduğunuzu düşünüyorsunuz bazen bir düşünce makalesi bazen de etimolojiye dair bir yazı. Saklambosi, bu yönüyle kendi türünün ilk kitabı sayılır.Kitabın sonunda oyun sözlerinin önemine dair bölümün, özellikle öğretmenler, anne babalar ve çocuklarla ilgili herkesin okuması gerekir.

Dünyaya ve hayata bakış açınız nasıl? Neleri seversiniz, nasıl bir yaşam felsefeniz var?
Dünya yaşamını; iyinin ve kötünün mücadelesi olarak görüyorum. Bu mücadeleyi kazanmak ise ilimle, bilimle, hikmetle ve yorulmak bilmeyen mücadeleyle olabileceğine inanıyorum. En çok gözettiğim prensibim, kötüyü çok anlatmak yerine iyiyi çok anlatmak. Kötüyle mücadeleyle olan zamanın bir fazlasını iyiyi anlatmaya, iyiyi görünür hale getirmeye ayırıyorum. İyiyi anlatmak, iyiyi göstermek, iyiyi yaşamak… Bunu Kuran-ı Kerimde ki “İyilikler kötülükleri götürür” ayetinden alıyorum. Modern dönemde iyiliği yaymak isteyenlerin temel açmazlarından biri sürekli kötüyü konuşmak ve anlatmak olduğunu düşünüyorum.
Sürekli olarak kötünün bize servis edilmesi, konuşulması, yayılması bilinçli olarak mı yapılıyor?
Bir kısmı böyle yapıyor olabilir ama iyiliği yaymak isteyenlerin sıkça düştüğü hatalardan biri de bu. Modern dönemlerde kötülüğü en çok anlatanlar maalesef iyiler. Kötülük yokmuş gibi yanlış bir iyimserlik halini önermiyorum tabii. Kötülük var, hemde çok ciddi oranda ama bu kötülüğü nasıl yok edeceğiz? Bu soru ile daha çok ilgilenmeliyiz. Bazıları ısrarla kötünün kötü olduğunu anlatmakla yok edebileceğini düşünüyor ve böyle davranıyor. Ben ise hiç değilse%51 oranında iyiliği konuşmak, iyiliği yaşamak ve anlatmak, %49 oranında ise kötüyü kötülemek olarak yaklaşıyorum. Zaten bizim inancımızda da ‘Emri bil maruf nehyi anil münker (İyiliği emredip, kötülükten sakınmak)’ ayetlerinde de iyilik her zaman önce gelir. Bu yönden bakıyorum ve yaşam felsefem bu. Bölgenin son iki yüz yıldır içerisinde bulunduğu durumdan ötürü bir olumsuzluğu önceleme alışkanlığı yaygın. Bundan kurtulmalıyız, ortayı yani mutedili bulabilmeliyiz.

Bu aralar en çok ne yapmaktan keyif alıyorsunuz?
Her yaşın bir psikoloji var herhâlde. Ben bu yaşın psikolojisini sükûnet, dinlemek, sohbet, seyahat, yazmak şeklinde yorumluyorum.
İnsan hayatının bir evresinde inzivaya çekilmek, kendi ile baş başa kalarak kendini anlamak, tanımak ve dinlemek istiyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Kırk ve ellili yaşlarda daha çok karşılaşıyoruz bu duruma. Ama çok fırtınalı hayatı olan bir genç de bu sükûnete ihtiyaç duyar. Zaman zaman inzivaya çekilmenin her devirdeki ve yaş grubundaki birey için vazgeçilmez gereklilik olduğunu düşünüyorum. Özellikle teknolojinin, medyanın, ulaşımın baş döndürücü olduğu bu dönemde modern insan için inzivanın farz olduğuna inanıyorum. Bu inzivada az konuşmak, dijital mecralardan uzaklaşmak, çok dinlemek gibi farklı yöntemleri deneyimlemek gerekir. İnsanın inzivaya çekilmesi bir okuma biçimidir.
Kesinlikle katılıyorum çok haklısınız. Bende sık sık bu dinlenme biçimini uyguluyorum ve bu yöntem kendimle yüzleşmemi, dinlememi sağladığı gibi iyileştirdiğini düşünüyorum. Peki,hocam,ülke olarak çok büyük bir güvensizlik yaşıyoruz. Ailemize, devlete, sivil toplum kurumlarına kısacası her şeye ve herkese karşı en çok da yarınımız ne olacak güvensizliği yaşıyoruz. Sizce bu güvensizlik sorununun temelini oluşturan unsurlar nelerdir?
Önce genel Türkiye tasviri yapacak olursak,Türkiye’yi sırat köprüsünde görüyorum. Köprüden düşersek aşağısı malum, ateşler ve kazanlar var. Bir cehennem tasviri yapmak mümkün. Sıratı geçersek de güllük gülistanlık olan bir cennet var. Böyle bir yerdeyiz. Krizler, gerilimler, güvensizlik hatta yer yer ümitsizlikler bölgenin, Türkiye’nin sırat köprüsünde olmasıyla ilgili. Benim ümidim Türkiye’nin sırat köprüsünden biraz yorularakda, hırpalanarakda olsa geçeceği şeklinde. Ümitliyim. Güncel gerekçelerle beslenmiş bir ümit değil. Türkiye’nin sahip olduğu birikim, coğrafyasındaki insanlarının bize beslediği ümit,ülkemiz için yapılan dualar, son dönemde Türkiye’nin ortaya koyduğu bilimde, teknolojide, diplomatik gelişmeler bu konuda iyimser olmamı sağlıyor.

Şu an Türkiye bir doğum sancısı çekiyor diyebilir miyiz?
Evet,öyle düşünüyorum. Ama birde ümitsizlik ile ilgili başta söylediğimiz psikolojinin de etkisi var. Normalde bir konu ile ilgili “Ne olacak?” diye sorulduğu zaman o konu ile ilgili artı-eksiler,riskler ve tehditleri masaya koyup kümülatif bir değerlendirme yapmanız gerekiyor. Ancak o zaman doğru bir sonuca ulaşılabilir. Fakat iyimserler sadece iyi kısmını, kötümserler sadece kötü kısmını aldığı zaman ortaya iki ayrı tablo çıkıyor. Bir tanesi Türkiye’den bir şey olmaz diyenler, ikincisi her şey güllük gülistanlık diyenler.
Ortayı mı bulamıyoruz?
Evet, makul ve mutedil olmak için zaman zaman külli ve icmalibir bakış gerekiyor.
Türkiye’yi son yaşanılan iç ve dış olaylarla genel olarak değerlendirir misiniz?
Türkiye yeni bir sistem deniyor; başkanlık sistemi. Bunun artı ve eksileri değerlendiriliyor. Yedi yıl bolluk yedi yıl kıtlık meselesinde olduğu gibi Türkiye ekonomik açıdan sıkıntılı bir süreç yaşıyor. Bir taraftan iyimser rakamlar telaffuz edilirken bir taraftan kötümser rakamlar konuşuluyor. Ama öte taraftan insanların günlük hayatına yansıyan zamlar gündemde. Dış politikada ise, Türkiye komşusundaki büyük yangının söndürülmesi için ciddi riskler aldı, sürecin önemli aktörü adeta başrolde. Suriye meselesinden bahsediyorum. Bu meseleyi çözmek için ciddi bir yol haritası çıkarması gerekiyor. Kudüs, Filistin, Doğu Türkistan, Libya, hala Bosna Hersek meselesi gibi sorunlar var. Daha ilerisi Türkiye, Recep Tayip Erdoğan’ın ‘Dünya beşten büyüktür’ sözü üzerinden dünya sistemine kafa tutmayı sürdürüyor. Türkiye’nin ciddi bir eğitim sorunu var. Eğitim politikaları yeniden konuşuluyor. Türkiye ekonomi, eğitim, siyaset,gençlik politikaları dâhilher anlamda büyük bir yeniliğin içerisinde. Bu yenileşme hedeflerini yüzde altmış yetmiş oranında bile gerçekleştirebilirse bu büyük bir başarı olur. Türkiye, ülkemiz, doğru istasyona kendini ulaştırabilirse önümüzde ki 15-20 yıl boyunca dünya klasmanında çok iyi bir yerde olacağını düşünüyorum. Tersi olursa tipik bir Ortadoğu ülkesi gibi sorunlarla baş başa kalacaktır. Ama Türkiye hiçbir zaman tipik bir Ortadoğu ülkesi olmayacaktır, inancım da bu.

Şimdi asıl konumuza geliyorum. Gençlerle ilgili ne düşünüyorsunuz? Nedir bu gençlerin biz büyüklerden çektiği? Ne yapsalar yaranamıyorlar. Gençlerle çok sık bir araya gelen birisi olarak düşüncenizi merak ediyorum.
Bulunduğum bütün ortamlarda sıklıkla gençleri okumayı severim. Günümüz gençlerinin geçmiş dönem gençlerine göre önemli bir avantajları var, bilgiye ve aradıklarına doğrudan ulaşabiliyorlar. Teknolojik dönüşümden önce klasik dönemdeki gençler bilgiyi yukarıdan alıyorlardı. Yukarıdan kasıt anne, baba, öğretmen, kitap… İlave olarak kendi deneyimleri üzerinden… Günümüz gençlerinde ise hem yukarıdan alma devam ederken aynı zamanda teknolojiden destek alarak bir üst kuşağa ihtiyaç duymaksızın bilgiye ulaşmayı başarıyorlar. Bilgiye ulaşım hiyerarşisi değişmiş oldu. Eskiden büyükler gençlere öncülük veya hocalık ederken şimdi gençler bazı konuda büyüklerinin hocaları oldu.
Burada şunu söyleyebilir miyiz? Eskiden büyüklerin deneyimleri gençleri tatmin ederken şu anda o deneyimler yetersiz kalıyor ve tatmin etmiyor. Gençler daha çok “Ben deneyimleyip doğru mu yanlışımı kendim bulayım” diyor. Bu iyi bir şey mi, kötü bir şey mi?
Evet, bilgiye doğrudan ve hızla ulaşabildikleri için bunu söylüyorlar. Klasik dönemde hocalık anne, baba ve öğretmenin görevi iken modern dönemde hocalık çift taraflı oldu. Anne, baba, aile ve öğretmen tecrübeli olduğu için yine gençlerin hocası durumunda ama bilgiye doğrudan ulaşan gençlerde artık büyüklerinin hocası durumunda. Birçok mecrada bir büyüğün ‘Evladım şu nasıl oluyor, bana gösterir misin?’dediğine çokça şahit oluyoruz. Büyük bir değişim söz konusu. Bu değişim hem büyükler hem gençler için avantaj ve dezavantajlar oluşturuyor. Bunun farkında olmamız gerekiyor.

Bunun avantaj ve dezavantajları nelerdir?
Avantajları, gençler daha zahmetsiz bilgiye ulaşabiliyorlar ama bu bilginin ne kadarı doğru ne kadarı yanlış burada bir tecrübeye ihtiyaçları var. Bilgiye ulaşmak kolaylaştı ama doğru bilgiye ulaşmak zorlaştı. Ayrı bir maharet gerekiyor. Dezavantaj, kuşaklar arası değişim çok hızlı ilerliyor. Eskiden dede ile torun arasında çok ciddi bir kuşak farkı söz konusu iken artık baba, çocuk hatta iki kardeş arasında ciddi bir kuşak farkı oluşmaya başladı. Bu kuşak farkının kısa dönemler içerisinde kendini tezahür etmesini de, kültürel, dini anlamda da sorunlara sebep olabiliyor. Söz gelimi baba çocuğun sorguladıklarını doğru okuyamadığı için bir deistlik tavır olarak görebilir ve yanlış bir yönelim oluşabilir. Bu sorgulamaların doğru okunabilmesi için yetişkinlerin gençleri doğru okuması, gençlerinde yetişkinlerle doğru iletişim kurmayı başarması gerekiyor.
Gençlere ulaşabildiğimizi düşünüyor musunuz? Ulaşamıyor muyuz, ulaşmak mı istemiyoruz? Ulaşmak için nitelikli diyalog kurabiliyor muyuz?
Gençlerle nitelikli diyalog kuranlar var ama toplum olarak bu konuda çok iyi değiliz. Bu sadece bizim çağın problemi değil. Tarihin temel sorununun her zaman gençleri anlamak noktasında olduğunu görebiliriz. Bu sorun bu dönemde ve gelecek dönemlerde devam edecek.
Anladım, gençlere ulaşamıyoruz, peki neden ulaşamıyoruz?
Bu anlamak ve dinlemek ile alakalı bir durum. Bir şeyi anlamak isterseniz önce onu dinlemelisiniz. Kâinattaki değişimi görebilmek için kâinatı süzmeniz, dinlemeniz, görmeniz, izlemeniz, gözlemlemeniz gerekiyor. Gençlere dokunmak ve ulaşmak isteyen bir insanın da ilk yapacağı şey gözlemek, anlamak, dinlemek, kulak vermek ve okumaktır. İlk adım doğru atılırsa etkileşim sürecini daha sağlıklı, olumlu, doğru yürütebiliriz. Biz gençlere kıyasla daha tecrübeli olduğumuzu göz önünde bulundurarak, kendimizden yola çıkarak gençlere ve çocuklara bir şeyler söylüyoruz, tebliğ ediyoruz, anlatıyoruz, nasihat ediyoruz, şekil vermeye çalışıyoruz. Bunları yaparken tek yönlü, etkileşimi eksik, muhatabın durumunu göz ardı eden tavırda olursak sonuca ulaşamayız. Değişimin, teknolojik ve sosyolojik dönüşümün farkında olmalıyız. Zaman ve teknolojik gelişimi göz ardı ederek kurduğumuz iletişim etkileşime dönüşmeyebilir. Tek taraflı iletişim olarak kalabilir. Bu tip iletişimlerde karşı taraf ya bize razı gelir ve bizi idare eder ya da bizden kaçar uzaklaşır. İnsanın psikolojik yönünü ihmal eden, insani yönünü gözardı eden, doğallık kısmını ihmal edenler insana ve gençlere ulaşmakta zorluk çekiyorlar. İdeolojik kalıplar üzerinden yaklaşmak isteyenler, gençleri anlamakta başarısız olduğu içinde etkileşim kuramıyorlar. Bir gencin fıtratı, merakı, ilgileri, heyecanları üzerinden gençlerle iletişim kuranlarda gençlere ulaşıyorlar ve etkileşim kurabiliyorlar. İdeolojiler gençlere ulaşamıyor ama piyasa, kapitalizm gençlere daha kolay ulaşıyor. Kapitalizm “Bu genç ne ister, merakı, heyecanı nedir?”sorusundan yola çıkarak ona göre üretiyor ve kolay yoldan iletişim kuruyor.
O halde bizim dolduramadığımız her boşluğu, kapitalist sistemin art niyetlileri dolduruyor diyebilir miyiz?
Bir örnek verecek olursak: ‘Çocuğum burası camii avlusu, burada oyun oynanamaz’ dediğimiz bir çocuğu, piyasa o çocuğa bir oyun alanı açarak kazanıyor. Basit bir örnek ama zaten bizden giden gençler ve çocuklar bu basit örneklerden dolayı gidiyor. Basit sebeplerle kaybediyoruz.

Bağımlı gençlerin sosyal entegrasyonuna yönelik projelerde de bulunuyorum. Temel sorun anlamadığımız, dinlemediğimiz, sorumluluk vermediğimiz çocuk ve gençlerin ailede başlayan içsel boşluğun çevresel faktörlerle doldurulması ile başlıyor. Açtığımız her boşluk mutlaka dış etkenlerce fark ediliyor veya bir dürtü ile uyarılıyor ve o boşluk mutlaka dolduruluyor ve genelde bu dolduruş maalesef yanlış sonuçlar doğuruyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Güzel bir konu açıldı madem oradan devam edelim. Gerçekten insan için aile ve sosyal çevre çok önemli. Ailelerin çocukları ve gençlerdeki en büyük hataları onların hayatlarında açtıkları boşluklardır. O boşluk mutlaka dolacaktır. Çocuğunuzda ve aile bireylerinde bir boşluk oluşturuyorsanız, o boşluk, çok geçmeden bir insan veya nesne tarafından doldurulacaktır. “Çocuklar hep internetle uğraşıyor” cümlesi aslında bize şunu söylüyor: Aile o çocuğun ihtiyacı olan sohbet etme, oyun oynama, ilgi gösterme, iltifat etme, sevme, dokunma gibi ihtiyaçlarında boşluk oluşturmuş. Çocukta ailesinde bulması gereken oyun, sohbet, paylaşma birlikteliğini aileden yana değilde telefon, bilgisayar, internet ortamında yakaladıysa o boşluğu orada dolduruyor. Bir yerden sonra ipin ucu da kaçıyor maalesef. Sevgide, ilgide, paylaşımda, sohbette, etkileşimde, oyunda aile bireylerimiz arasında, eğitim sisteminde ya da sosyal ortamda oluşturulan her boşluğu başka bir ideoloji ve ya kapitalist tüketici kültürü doldurur.
Çocuk ve gençlerimizde sorumluluk bilincini oluşturmamız bu konuda etkili midir? Bu boşluğu sorumluluk vermemekle derinleştirmiş oluyor muyuz?
Doğru söylüyorsunuz. Hayatın kendisi insana sorumluluğunu gösterir. Dinamik yaşanan bir hayat o hayatı yaşayan her insana yerine getirmesi gereken sorumluluğu apaçık şekilde gösterir. Ancak birey bazen o sorumluluktan kaçarak bazen bireyin çevresindeki insanlar o sorumluluğu ondan uzak tutarak insanı tecrübesiz hale getirebiliyorlar. Özellikle günümüzde bazı aileler, kendi çocukluklarından yola çıkarak ve yarışçı eğitim sisteminin etkisinde kalarak çocuklarına “aman bunu yapma şunu yapma sen ders çalış; aman üstün başın kirlenmesin temiz kal; aman sokağa çıkma şu var” gibi telkinlerle çocuklarını adeta küvez ortamında izole şekilde büyütüyorlar. Bu da çocuklarımızın ve gençlerimizin hayatın doğal olarak bahşettiği sorumluluk bilincini yaşayamamalarına ve onu hissetmemelerine sebep oluyor.
Hal böyle olunca nasıl bir tablo ile karşılaşmış oluruz?
Aynı aile tecrübe edinmesini engelleyerek yetiştirdiği çocuğunu ileriki yaşlarında bu defa“Hiçbir şey bilmiyor” şeklinde yargılıyor.“Öğrenmelerine izin vermediğin, aman düşmesin dediğin için bunun sorumlusu sensin” diyoruz bu ailelere. Bırak düşsün, düşen kalkmasını bilir. Bir çocuğun düşmesi problem değildir, kalkmasını bilmemesi problemdir. Problem bir gencin hata yapması değildir, hatayı nasıl düzelteceğini bilmemesidir. Oysa biz hep çocuğumuzun düşmesinden, üstünü başını kirlenmesinden korktuk. Biz hep gençlerin hata yapmasından korktuk. Eğitimle ilgili seminerlerde gençlere şu soruyu soruyorum. “Hata yapmak bir eğitim yöntemi midir?” Soruyorum ve bunun üzerine konuşuyoruz. Hata yapmak iyi bir öğrenme yöntemidir.

Aşırı koruyucu kimliklerimizle göz göre göre çocuklarımızı kaybediyoruz diyebilir miyiz?
Maalesef sürekli engelleyerek öğrenmelerine fırsat tanımadığımız çocuklarımızı,onlar büyüdüğünde beğenmiyoruz, sürekli eleştiriyoruz, sorumluluk almadıklarını düşünüyoruz. “On sekiz yaşında çocuk oy mu kullanır, milletvekilimi olur, bunlar hayata hazır değil” diyoruz. Genç evlenmek istiyor “Bunlar daha küçük aile yürütemezler” diyoruz. Bunun sebebi onları bu şekilde büyüten ailelerdir. Oysa insanı yaratan Allah diyor ki:“Akıl baliğ olduktan sonra her şeyden sorumlusun.’ Allah her şeyden sorumlu tutarken biz her şeyden muaf tutmaya çalışıyoruz.
Ezbere dayalı eğitim sisteminin de bu konuda ciddi katkısı olduğuna, aileden sonra eğitim sistemi de yetersiz kalınca günümüz sorunları daha büyük ve daha çarpıcı hal aldığına inanıyorum. Bu konuda ki değerlendirmenizi alabilir miyim?
Türkiye’nin neden bu kadar çok eğitim sorunu yaşandığını anlamıyorum, daha doğrusu kabullenemiyorum. Hem Selçuklunun hem de Osmanlının bakiyesi olan bir coğrafyada yaşıyoruz, iki büyük medeniyetin eğitim kültür ve birikimine sahibiz. Cumhuriyet dönemi eğitim tecrübeside bence çok önemli. Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye eğitim tecrübelerine sahip olduğumuz için dünyanın en mükemmel eğitim sistemini kurabilmeliyiz. Ben tarihi birikim olarak da, dini ve medeniyet birikimi olarak da, mevcut kadrolarla Türkiye’nin dünyaya örnek olacak eğitim modelleri kurabileceğine inanıyorum. Türkiye potansiyel olarak buna sahip. Bu potansiyeli gerçekleştirmeye engel olan şey her ne ise, bir felsefemidir, bir bürokratik anlayışmıdır, bir mevzuat durumu mudur bunun çözülmesi gerekir. Ümitsiz değilim ama bu kadar eğitim potansiyeli ve birikimine sahipken bu kadar eğitim sıkıntısı çekiyor olmak anlamsız.
Gençlerin gelecek ile ilgili kaygıları ve güvensizliğinin temelinde de bunlar mı var?
Yapılan araştırmalarda, gençlere “Temel beklentileriniz nelerdir?” diye sorduğumuzda “güvenli bir gelecek” diyorlar. Tabi bu birçok etkenin olduğu cevaptır. Bunun içinde eğitim, istihdam, coğrafyanın sulh içinde olması, evlilikle ilgili beklentiler, kısacası her şey var, insani her şey.
Peki,güvenli bir gelecek nasıl inşa edilir?
Bunun birinci cevabı iyi bir eğitim almak. İkinci cevabı istihdam ile ilgili çok büyük bir sıkıntı yaşamamak. “Güvenli bir gelecek istiyorum” diyen bir gencin;aile, eğitim ve istihdam ile ilgili talep ve beklentileri var demektir. Bütün bunların hepsinin göz önünde bulundurulması gerekir. Erbakan Hoca 1968’ler de siyasete girerken gençlik konferansları veriyordu. Bu gençlik konferanslarında anlattığı husus, dünya tarihinde Müslüman bilim adamlarının ortaya koyduğu icatlar ve keşiflerdi. Hoca adeta şunu diyordu: “İslam dünyası olarak sıkıntılarımız var, teknolojide, eğitimde, bilimde ekonomide, sanatta iyi durumda değiliz ama İslam Medeniyetini kuran hatta Avrupa rönesansına ilham olan atalarımız bizim gibi değildi, iyiydi. Dolayısıyla biz yine başarabiliriz, yapabiliriz.”Erbakan Hoca bu çalışmalarla gençlere aslında bunu söylüyordu. Bu yenilgi psikolojisi dediğimiz durumun devamı aşağılık psikolojisidir, değersiz hissetme psikolojisidir. Bu iflah olmaz bir şeydir. Erbakan Hoca gençleri bu yenilgi psikolojisinden kurtarmak için onlar bu buluşmaları gerçekleştiriyor ve “Hayır, siz değerlisiniz, yapabilirsiniz, yapacağız” mesajını vermeye çalışıyordu. Türkiye’de hala bu tarz çalışmalara ihtiyaç var.

Günümüzde hızla artan kişilik problemleri var. İnanç, kendi bedenini beğenmeme, kimlik problemleri gibi. Bu konuda birçok operasyonu gizli veya aşikâr bir şekilde cinsiyet değişikliğine kadar giden problemler yaşıyoruz. Bu gençlerimizin sahip oldukları bedenlerini, benliklerini kabullenememe veya değiştirme ihtiyacı nereden doğuyor?
Bu sorunlar bence şimdilik yüksek oranda değil. Önce bir sorunun sayısal verisi dâhil doğrusu ne ise onu o şekilde analiz edip kabul edersek çözüme gidebiliriz. Bahsettiğiniz sorunlar şu an çok yüksek olmamakla beraber gelecek tehlikeleri de göz ardı etmemeliyiz. Kültür ve sanat ürünleri üzerinden dünya genelinde cinsiyetsizlik dayatması diyebileceğim, cinsiyetsizliğin kamusallaştırılması gibi çalışmalarından haberdar olmamız gerekiyor. Daha ilerisi de var dünyanın bazı yerlerinde nüfus kâğıtlarından anne-baba kelimeleri çıkartıldı. Birinci ve ikinci ebeveyn olarak yazıldı. Anne-baba demek cinsiyet ifade ettiği için o dahi çıkartıldı. Yaygın değil ama bunu bir ipucu olarak görmemiz gerektiği için söylüyorum. Bunların yüksek oranda olmadığını ama bir gelecek tasarımı olarak planlandığını bilmeli ve popüler ürünler üzerinden bir dayatmaya varacak kadar çalışmalar yapıldığının farkında olmalıyız.“Bizim toplumumuzda kadınlara değer verilmiyordu” gibi bahanelerin arkasına sığınıp kadın ve erkeği her anlamda, biyolojik olarak eşitmiş gibi anlatan radikal eğilimlere karşı dikkatli olmalıyız. Biz kadın ve erkeğin farklı biyolojileri olduğunu bunun yanı sıra yaratılışta ve temel haklarda eşit ama hayatta görevlerin farklılaşmasını normal kabul ediyoruz. Yine de bu durumu, hiçbir zaman haksızlık, ötekileştirme, adaletsizlik sebebi de saymayız. Sapla samanı karıştırmadan, kılçık temizliği yöntemi ile her şeyi ayrıt ederek kendi yolumuzu oluşturmalıyız. Her ne kadar dünya genelinde popüler ürünler üzerinden cinsiyetsizlik dayatması oluşturuluyor olsa da ben insan fıtratının zaman içerisinde bunu ret edeceğine inanıyorum. Bu ret ediş gerçekleşinceye kadar da toplumların belirli oranlarda bu akımlardan etkileneceği ve toplumsal hasarın meydana geleceğine dair endişelerim var.

Misyonerlik, deizm gibi akımlar küçük yaştan beri inançlı olduklarını varsaydığımız gençlerimizin veya yetiştirdiğini düşünen biz bireylerin inanç tehlikesi ile karşı karşıya kalmasının temel nedeni ne olabilir?
Aslında konuştuğumuz bütün sorunların temelinde üç şey var. Birincisi gençleri doğru anlamamız gerekiyor. Çünkü gençleri doğru anlayabilirsek ve inançlarımızı doğru bir yaşamla onlara gösterebilirsek birçok sorunu aşmış olacağız. İkincisi gençlerdeki her değişimi yozlaşma ve deizm olarak algılamamak lazım. Bu anlayıştan, bu tür genelleyici veya indirgemeci yaklaşımlardan kendimizi kurtarmalıyız. Mesela Deizmi merak eden bir genç araştırma yapıyor diye hemen çocuğumu kaybediyorum kaygısı oluşmamalı, belki o araştırma sonrası ulaşacağı gerçekler onu, anne ve babasından daha tahkiki iman seviyesine ulaştırabilir. Süreçlerde onlara yardımcı olmalıyız. Üçüncü husus da her şeyi doğru analiz etmemiz gerekiyor. Mesela gençlerimizin karşı karşıya olduğu tehlike Deizm tehlikesi mi, Ateizm tehlikesi mi, Nihilizm mi, Narsizm mi? Burada hepsini aynı çuvala koymak yanlış, hepsinin farklı anlamları, farklı sonuçları ve çözümleri var. O yüzden bir doktor titizliği ile ne nedir ortaya koymak gerekiyor, en önemlisi de gençlerimize güvenerek, hatta bu sorunların önemli bir kısmını gençlerin çözmesini sağlayarak... Çözüm yollarını gençlerin bulmasını ve uygulamasını sağlayarak bu işin içinden çıkmalıyız. Gençlerimize güvenmezsek, “Gençlerimizin çoğu deist oldu” gibi sözlerle onları etiketleyip “Bunlar cahil, bir şey bilmiyor” deyip bütün çözümleri kendimiz bulmaya çalışırsak, çözümlerimizin gençler tarafından da ret edileceğini ya da uygulanabilir bulunmayacağını da bilmemiz gerekir. Allah, akıl baliğ olmuş her insanı sorumlu (Ef’âl-i Mükellefîn) yani haram ve helalde muhatap kabul ediyor. Biz kendimizi bu konuda Allah’tan daha yetkili kabul etmeyelim. Yani Allah bir insanı mükellef kabul ediyorsa biz ona “sen mükellef değilsin” diyemeyiz. İnsanın sorumluluğunu yerine getirebilme şartları konusunda ona yardımcı olmalıyız. İnsanı ne aşırı koruyarak acizleştirelim ne de tanrılaştıralım. Ne çok aciz ne de mükemmel bir varlık kabul edelim. Bırakalım o kendi hayatını yaşasın, kendi gerçekliği ile karşı karşıya kalsın, hatalarını kendi düzeltsin. Biz ona gerekli durumlarda ışık yakan, ağladığında gözyaşını silen ama her defasında kendi sınavını kendisi geçmeye çalışan bir birey olmasına yardımcı olalım.
Eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Rabbim sözlerimizi faydalı kılsın. Teşekkür ederim
Verimli bir söyleşi oldu. Vakit ayırdığınız ve bilgilerinizle aydınlattığınız için teşekkür ederim.
RÖPORTAJ / Aynur KARABULUT