top of page
Ara
  • Yazarın fotoğrafıAynur Karabulut

BU BİR VEDA DEĞİL BİR MERHABA!..

"Ey kavmim size büyük bir azap var, helak olacaksınız! Sözlerinin yankılandığı Sodom ve Gomora şehirlerinin yok olduğu Siddim Vadisine doğru yol alıyorduk. Azgın halkın acı çığlıklarını duyar gibiydim. Acaba helak olurken pişmanlık duyan ve "ben ne yaptım" böyle diyen olmuş muydu? Bir kavim nasıl bir günah biriktirmişti ki Allah (c.c) onları helak etmişti, helak olan kavimlerin hazin sonundan bizler ibret almış mıydık?”

Kudüs günlerce konuşulacak kadar önemli bir şehir. Anlamak için daha çok gitmeye karar verdim. Sadece şunu söyleyebilirim ki Kudüs veya Filistin davası maalesef kendi içinde de yalnız bırakılmış, siyasi çıkarlara kurban edilmiş bir dava. Birileri dünyalık konforları bozulmasın diye susarken azınlık bir avuç Müslüman canları pahasına, etraflarına örülen duvarları aşarak Kudüs’e varmaya, korumaya çalışıyor. Cocacola konusu da bildiğimiz gibi değil mesela, en büyük fabrikası Filistin de Müslüman Filistinliler su gibi satıyor ve tüketiyor. Bu konuya yani Filistin ile ilgili doğru bildiğimiz yanlışlar dosyası olarak ayrıca yer vermeye çalışacağım.

UniRota iş birliği ile gerçekleştirdiğimiz Kudüs gezimize dair notlarımızın son bölümü sizlerle. Gezi boyunca uzaktan telefon desteği ile yanımızda olan Selim beye, Koordinatörümüz Hilmi beye, Rehberimiz Mehmet beye, Tur arkadaşlarımıza özellikle yol arkadaşım Zeynep’e teşekkür ederim. Buyurunuz efenim…

Kafamda yüzlerce soruyla ara ara Yehuda Dağlarının da bulunduğu çöl boyunca yol alıyorduk. Dünyanın en alçak noktası kabul edilen Sodom ve Gomora şehirlerinin altında kaldığı dünyanın en alçak noktası Lut Gölü'ne (Ölüdeniz) vardığımızda dünyanın ne kadar büyük kendimin ne kadar küçük olduğum hissine kapıldım. Dünyanın en alçak yerinde sebebini helak olan kavmin enerjisine bağladığım basık, bunaltıcı bir atmosfer hakimdi.

Rehberimiz Mehmet beyden bölge hakkında detaylı bilgi aldıktan sonra deniz seviyesinden 400 metre aşağıda bulunan Lut Gölüne doğru yol aldık. Normalde girişi ücretli olan bölgede bazı arkadaşlarımız kozmetik ürün satan mağazadan alışveriş yaptıkları için giriş ücreti ödemedik. Burası kafe, restoran, çay bahçesi, hediyelik eşya, kozmetik ürün satan dükkanlardan oluşan sahil beldelerinde bulunan tesis formundaydı.

Sodom ve Gomora halkını helak eden, öfkeyle taşan Lut gölünün tam yeri bilinmemekle birlikte burası olduğuna inanılıyor. Göle yaklaştıkça binlerce insanı yutan devasa bir canavara doğru yaklaşıyormuşum gibiydim. Göl kenarına indim ama bunaltıcı havadan dolayı fazla duramadan tekrar üst tesise neredeyse koşar adım çıktım. Gruptan arkadaşlardan göle giren, şifalı diye gölden kil alanlar oldu. Onları izledikçe insanları yutan bir gölün kilinden hayır gelir mi diye geçirmiştim aklımdan. Burada yaklaşık iki saat kadar zaman geçirerek serbest zaman sonrası Hristiyanlıkta önemli bir yeri olan Şeria, Ürdün veya Erden Nehri olarak bilinen Hristiyanların ömürlerinde bir defa bu suya girdiklerinde annelerinden doğdukları gibi günahsız olduklarına inandıkları kutsal sayılan bölgeye doğru yol aldık. Nehrin bir kıyısı bizim bulunduğumuz İsrail kıyısı iken 3 metre kadar karşı kıyısı ise Ürdün tarafında kalıyordu. Şeria veya Ürdün nehri dünyanın dört bir yanından Hristiyanların geldiği ve kutsal nehir saydıkları bir yer.

Rehberimizden Nehir hakkında genel bilgi aldıktan sonra nehrin etrafında gezinmeye ve suya girmek için hazırlanan Hristiyan hacı adaylarını izlemeye koyuldum. Önce yanlarında getirdikleri beyaz elbiseyi üzerlerindeki dünyalık saydıkları tüm elbiselerden kurtulup giyiyor ardından dualarını edip nehre doğru gidiyorlardı. O kadar büyük bir disiplin ve inançla nehre giriyorlardı ki görmeniz gerekirdi. Kutsallarına olan bağlılıkları gerçekten dikkat çekiciydi. Nehirden yani kutsal sudan çıkanların yüzlerindeki tebessümden tüm günahlardan arınmış olduğuna tüm varlıklarıyla nasıl inandıkları okunuyordu.

Nehirden ayrılma vakti geldiğinde otobüse ulaştığımızda yine her zaman bekleten arkadaşımız maalesef görünürde yoktu açıkçası göle girmiş olabileceğinden korkmadık değil J Grup tamamlanınca Hz. İbrahim, Hz. İshak, Hz.Yakub ve zevcelerinin kabirlerinin bulunduğu külliyeyi ziyaret ederek El-SultanTepesi bölgesinde bulunan on bir bin yıllık Eriha şehrine doğru yol aldık.

Deniz seviyesinin 250 metre aşağısında bulunan şehrin tarihi Taş Devrine kadar uzandığı bilinmektedir. Şehirde, İncil’de Hz. İsa’nın şeytanla kırk gün kırk gece oruç tutarak mücadele ettiğine inanılan Tecrübe Dağı’nı (Krontul Manastırı) panoramik olarak izledik. Burayı Trabzon’da bulunan Sümela manastırına benzettim. Tarihi şehre geçmek için teleferik kullanmak ve 2-3 saat zaman ayırmak gerektiği ve programımızda böyle bir plan olmadığı için panoramik seyir tepesinden izleyerek detaylı bilgi edindik.

Kudüs Hurması almak isteyen arkadaşlarımız için Eriha tarım ürünleri, baharatlar, hurmaların bulunduğu pazarı ziyaret ettik fiyatlar turistlerin uğrak yeri olan bir yer olduğu için bir hayli pahalıydı. Diyarbakır’lı abimiz sıkı bir pazarlığa tutuşsa da istenilen indirim uygulanmadığı için grup toplu karar alarak buradan almamayı tercih edince yemek yemek için dinlenme tesisinde mola Vermek için yola koyulduk. Yemekler pek iştah açıcı görünmediği için biz yememeyi ve açlığı çantamızda bulunan bisküvilerle bastırmayı uygun bulduk. Buradan 5 kilosu 40 dolara gayet lezzetli hurma bulan arkadaşlar hurmalarını aldılar. 1,5 saat kadar yemek ve dinlenme molası sonrası Hazret-i Musa (As.) ın makamının bulunduğu yer olan Nab-i Musa’yı ziyaret ettik.

Makam biraz uzaktaydı ama yaklaştıkça vadinin ve gezdiğimiz yerlerin verdiği kasvetten an be an uzaklaşıyor gibiydik. Manevi bir huzur yakalamıştık. Makam hakkında detaylı bilgi alıp cemaatle ikindi namazının edası sonrası serbest zaman geçirdik. Burada saatlerce kalabilecek bir dinginlik yakalamıştım. Çok iyi gelmişti, mekânın yaydığı enerjiden bile dinlendiğimi hissedebiliyordum. Grup bir telaş içerisine girdiğinde o telaşın gerisinde kalıp, kalabalıktan sıyrılıp atmosferi hissederek mekânın bir parçası olabildiğim için kendimi şanslı hissediyordum. Bu özelliğimi çocuk yaşta keşfetmiştim. Özel alan oluşturmanın pek mümkün olmadığı zamanlarda düşünmek için kafamın içinde oluşturduğum dünyama sığınır orada saatlerce dışarda olan biten bütün kargaşadan uzaklaşabiliyordum ve ana geri döndüğümde o kargaşanın bir parçası olmadığımı, kendimi kargaşanın ortasında kargaşadan soyutlayabildiğimi görürdüm ve bunu sıklıkla yapardım. Kudüs seyahati boyunca grup içinde ama grubun dışında bu şekilde kalabilmiştim. Zira grupla birlikte yapılan geziler kapalı bir grupla yapılmıyorsa kesinlikle benlik bir gezi şekli değil çünkü gezilerde bulunduğum mekanı bütün yönleriyle hissedip yaşamayı, sokaklarında kaybolmayı, hiç tanımadığım bir kapıyı tıklatıp misafir olmayı, tanımadığım bir yolcu ile koyu bir muhabbete dalmayı sevdiğim için genellikle bir başıma yaptığım plansız, programsız, nerede ne zaman yatacağımın belli olmadığı, saat sorunu olmayan zamansız yolculukları bir başka severim.

Hasılı kelam bu makamdan ayrılmak istemedim nedense. Ama akşam namazını Mescid-i Aksa'da kılmak için yola koyulmamız gerekiyordu. Mescid-i Aksa' da akşam namazına ucu ucuna yetişmiş içeride yer bulamadığımız için bahçede saf tutmuştuk.

Yatsı namazına kadar boş vaktimiz olacağını bildiğimiz için Zeynep’le Hilmi hocayla önceden yaptığımız plan doğrultusunda kendimizi Kudüs’ün daracık sokaklarına, çarşı pazar yeri, eğlenceli mekanlarına bıraktık. Birçok dükkâna girerek ürünleri inceledik, tadım yaptık, Hilmi hocanın ikramıyla meşhur Kudüs Felafel’inin tadına baktık. Ardından helal jelibon, çikolatalı hurma alarak tatlılarından tadım yaparak bir kafede kakuleli kahve eşliğinde Kudüs’ün akşam saati cümbüşlü sokaklarını seyre daldık. Biraz ayrılmak istemesek de bu gece Kudüs de son gecemiz ve son yatsı namazını Mescid-i Aksa’da kılmak için var gücümüzle koşmaya başladık. Bu akşam hüzün çökmüştü üzerimize çünkü burada kılacağımız son yatsı namazına doğru koştuğumuzun farkındaydık. Yatsı namazını eda ettikten sonra Hotele geçtiğimizde hemen odaya çıkmak yerine seyir tepesinde ışıl ışıl hem hüzünlendiren hem umut veren hem direniş ruhunu tekrar aşılayan Kudüs’ü seyre daldık. Aklımda çocukluk ve gençlik yıllarında dinlediğim, bağıra bağıra dillendirdiğim direniş marşları karşımda tüm ihtişamıyla, hüznüyle ve mahzunluğuyla Kudüs. Çok etkileyici bir atmosferdi.

Son sabah namazını kılmak için Kıble mescidine geçtiğimizde üç arkadaş plan yaparak grupla namaz sonrası hemen hotele dönmeyip bomboş kalan Mescid-i Aksa bahçesinin tadını çıkarmaya karar verdik. Namaz sonrası grup hotele geçmek için otobüse biz Mescid-i Aksanın bahçesine yürüdük. Genelde namaz sonrası tüm turlar hotellerine kahvaltı ve 1,2 saat uyku için koştuğundan bu saatlerde bomboş kalıyordu. En güzel saatleriydi. Ve nihayet herkes gitmiş Mescid-i Aksa, tüm bahçesi ve çevresi sadece bize kalmıştı. Kendimize Aksa’yı kapatmış, kutsal mekânı bize ayırmış gibi ayrıcalıklı hissettik yalan yok.

Bol bol hasret giderdik, güzel fotoğraf kareleri yakaladık. O an Kudüs’ü tam anlamıyla yaşadığımı hissetmiştim. Taksiyle hotele geçerek kahvaltımızı yapmış eşyalarımızı alıp veda etmiştik. Bugünkü son rotamızda çantalarımız bize eşlik edecekti gece uçuşumuz olduğu için rotadaki son geziler sonrası havalimanına geçecektik. Resepsiyonda çıkış işlemleri ve bagaj yerleştirme bitince Mescid-i Aksa civarında bulunan sahabe kabirlerini ziyaret ederek dualar okuduk ardından Yahudi mahallesinde bulunan Selahaddin Eyyubi’nin evini ziyaret ederek evin kapısını tıklama adedini yerine getirdik.

Evde, Selahaddin Eyyubi’nin vefatı sonrası kalan yakın dostlarının yaşlı kızları tarafından misafir edilmiştik. Bahçede naneli çay içmiştik. İlginç ve ferahlatan bir deneyim olmuştu. Burada bir saat kadar misafir olduktan sonra (misafir ağırlama adedi burada çok anlamlı ve önemli o yüzden bu adedi yerine getirmek istemiştik.) Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği, gezdirildiği tüm nokta ve çarmıha gerildiğine inanılan son noktalarını ziyarete edip noktaların önemi hakkında bilgi alarak Mescid-i Aksa’ya vardık. Burada son kez öğle namazı kılıp veda edecektik gözümüzün nuru kadim kent Kudüs’e. Mescid-i Aksa’nın içi dolduğu ve yer kalmadığı için rabıtalar içeri almıyorlardı. Yarım yamalak Arapçayla bugün İstanbul’a döneceğimizi bir veda namazı kılmak istediğimizi ileterek ricada bulunduğumuzda Müslüman Türkler olduğumuz için gülümseyerek içeri aldılar. Kapının girişinde zorla da olsa yer bulmuş hırkalarımızı serip cemaate katılmış son namazımızı eda etmiştik. Son kez göz gezdirdiğimiz Mescid-i Aksa’dan duygulanarak uzaklaşmış havalimanı öncesi son rotamız El Halil şehri ve orada bulunan Hz. İbrahim ve zevcelerinin makamına doğru yol almıştık.

Rehberimiz El Halil için endişe verici ciddi uyarılarda bulunuyordu. Sanki tehlikeli bir kitleden bahseder gibi. Bu kısım beni üzmüştü çünkü burası ambargo uygulanan, abluka altında bulunan bir kent. Giriş çıkışları kontrollü, etrafları yüksek surlarla çevrili bir açık hava cezaevi gibiydi. Asıl Kudüs için bedel ödeyen ve İsrail tarafından engellenen, zulüm gören yerlerden bir tanesi El-Halil şehriydi.

Şehre birçok yüksek ve yoğun güvenlik önlemlerinin alındığı kapılardan grup halinde dikkatlice geçerek girdiğimizde etrafımızı El-Halilli çocuklar sarmış gelenlerin verdiği harçlık ve hediyelere alışık oldukları için izdiham oluşturmuşlardı. Rehberimizin uyarılarına uymayanların harçlık ve şeker verme girişimlerinde bulunan grup sakinleri yüzünden ortalık biraz karışmış, kargaşa gittikçe büyümüştü. Bu görüntü karşısında çok hüzünlenmiş ve bu çocukları bu hale düşüren tüm sistemlere ve bu sistemlere göz yuman, sessiz kalan herkese lanet okumuştum. El-Halil camisinde ikindi namazı eda edilmiş, makamlarda dualar edilmiş ve toplanma yerine ulaşmıştık.

Rehberimiz asla birbirimizden ayrılmamamız, geride kalmamamız, kapı giriş çıkışlarında aramıza yabancıların karışmasına müsaade etmememiz konusunda uyarmasına rağmen her zaman bütün grubu bekletmesiyle nam salan arkadaş ve ekürisi bir dükkâna girmiş, alışverişe dalmıştı. Koordinatörümüz Hilmi hocanın geri dönmesiyle gruba 15 dk bekletmeden sonra katılmışlardı. Grup halinde yapılan bütün programlarda grubu bekletmemek büyük bir nezaket örneği ve bunu gruplara katılacak arkadaşların geliştirmesi gerektiğini düşünüyorum.

İçim acıyarak, tarifsiz bir burukluk, gerçek Filistinlilere uygulanan zulmü burada iliklerime kadar hissederek, keyfim kaçmış bir şekilde havalimanının bulunduğu Telaviv’e doğru yol aldık. İsrail’e çocukluğumdan beri geliştirip içimde büyüttüğüm öfkemi kontrol altına almakta zorlandığım anlardan bir tanesini yaşıyordum. Kontrol noktalarından geçerken durdurulup kimlik kontrolünden geçiyorduk. Son kontrol noktasına geldiğimizde gelişi güzel seçtikleri arkadaşlarımızı araçtan indirdiler. Yaklaşık yarım saat süren bekleyiş sonrası arkadaşlarımız nihayet dönmüşlerdi. İşgalci İsrail yönetimi özellikle 40 yaş altı gençlere bilinçli olarak klasik bezdirerek yıldırma politikası uyguluyordu kendince bir daha gelmemeleri için gözlerini korkuttuğunu sanıyordu. Oysa bunlara maruz kalan tüm kardeşlerimiz korku yerine tekrar gelmek için ant içiyordu. Bu noktayı geçtiğimizde rehberimiz derin bir oh çekmişti. En sıkıntılı noktalardan bir tanesiymiş. Bazen uçuşu kaçırma sebebi bile olabiliyormuş bu bekleyişler.

Havalimanında çok uzun kuyruklar olan gişelerde beklemeye başlamıştık. İşlemler rahatsız edecek derecede yavaş ilerliyordu. Grubumuz iki farklı gişede sıraya girmişti. Sıra bize geldiğinde bizim gişe memuru hemen önümdeki gruptan arkadaşımıza sert tepki vermiş ve aralarında ufak çaplı tartışma başlamıştı. Daha önce İngilizce bildiğini söyleyip kozmetik satın alımında arkadaşlara tercüme konusunda yardımcı olan gruptan arkadaşımız benim arkamda bir yerlerde duruyordu. İngilizce biliyorsunuz, acaba sorunun ne olduğunu öğrenip yardımcı olabilir misiniz? diye ricada bulundum. (Bulanmaz olaydım) gişeye doğru geçerek sorun ne olduğunu sorduğunda gişe görevlisi “kabin boy bagajını almayacağını, böyle bir hakkımız olmadığını” iddia ettiğini aktardı. İngilizce bilen arkadaşa “bak yan gişede de bizim gruptan arkadaşlar var ve orası kabin boy bagajlara sorunsuz işlem yapıyor, neden bu gişe almıyor?” diye sormasını rica ettim aldığı cevap “size açıklama yapmak zorunda değilim” şeklinde olmuş, önümüzde işlemi devam eden arkadaşımız ısrar ediyor aralarında hararetli bir tartışma başlamış ama despot İsrailli, THY gişesinde görevli, çok sert, kaba olan bayan görevli anlamsız bir tavırla reddediyordu. Ben yan gişeyi deneyeceğimi söyleyerek gruptan arkadaşlardan ricada bulunup oraya geçtiğimde o gişedeki görevli sorun çıkarmadan işlemleri yaparak kabin boy bagajımı kabul ederken yan gişe aynı hakka sahip arkadaşlarımızın bagajlarını kabul etmemekte direnmiş, çirkin ırkçı tarafını göstermişti. Daha sonra bu arkadaşın başında bulunan takkeden rahatsız olabileceği için bunu yapmış olabileceğini düşündük. Arkadaşlar şikâyet ettiler. Bende döndükten sonra bu tavrı THY’ye bildirdim ama bir işlem yapılmış mıdır? bilemiyorum.

Neyse bu aşamada da olabildiğince sorun çıkararak canımızı sıkmış, öfkemizi kabartmayı başarmışlardı. Zeynep arkada ben önde güvenlik bandına doğru ilerledik, ben çantamı banda koyup geçtim ve arkama dönüp baktığımda hemen arkamdan gelen Zeynep yoktu. Şaşırmıştım çünkü tam arkamdaydı. Sağa sola bakınıyor, görebildiğim diğer güvenlik noktalarına bakıyordum ama hiçbir yerde yoktu. Eksik evrak dolayısıyla geri döndürülmüş olabileceğini düşünerek geriden gelen rehberimizi aradım orada da olmadığını öğrenince tedirgin olmaya başladım tam geri çıkmaya yeltenirken Zeynep’in canı sıkılmış bir şekilde geldiğini gördüm. Meğer ben geçince en sondaki güvenlik ve arama noktasına yönlendirmişler. Çantası, üstü başı detaylıca aranmış geçmesine öyle izin verilmişti. Burada da gençlere uygulanan yıldırma politikası devam ediyordu. Gruptan birkaç genç arkadaş daha aynı işleme maruz kalmıştı ne yazık ki. Neyse ki burayı da atlatıp uçağa geçmiştik.

Yerlerimize oturmak için uğraşırken ilk gişede İngilizce biliyor diye destek istediğim genç bayan gelerek oldukça sert ve saygısız bir üslupla “sen İngilizce biliyor musun?” Diye sordu, “hayır” şeklinde cevaplayınca “İngilizce bilmeden nasıl gazetecilik yapıyorsun?” diyerek anlamsız bir triple arkaya doğru ilerledi. Biz Zeynep’le şaşkın şaşkın birbirimize bakıp olayı anlamaya çalışırken hırsını alamamış olacak ki tekrar dönerek “İngilizce bildiğin halde bilmiyorum diyerek beni onlarla muhatap ettin, senin yüzünden didik didik arandım, hakkımı helal etmiyorum, bildiğin halde bilmiyorum diyorsun” diyerek yerine geçti. Arkasından bakakalmış ve böylesi birine ne cevap verirsen ver nafile çünkü kafası anlatacaklarımızı basmayacaktı maalesef. Yine de yanına gidip “senin gibi birçok gence bu işlem uygulanmış” kısmını kibar bir şekilde anlatmaya çalışsam da “hakkımı helal etmiyorum” deyip duruyordu sadece. Bende bu anlamsız tavrına anlam veremeden yerime geçtim. Meğer Zeynep’in geçtiği noktaya yönlendirilmiş bunu da gişede bize İngilizce destek olduğu ve aldığı cevaplardan sebep sanmış.

Neyse ki veda için bu anı uzatmadan bulunduğum ana geri döndüm. Havalandıkça gecenin karanlığında kuşbakışı Filistin ışıklarını daha net görmeye başladığımda söylediğim tek şey “bu bir veda değil merhaba olmuştu.”

Gerçekten de Kudüs için henüz yeni başlamış sayılırdım. Uzaktan okumayla, izlemeyle, anlamaya çalışmakla, eylemlerle, protestolarla olmuyormuş. Orada olmalı o havayı solumalıymışız. Hissetmeliymişiz. Açıkçası 41 yaşıma kadar Kudüs’e gitmeyi beklemiş olduğum için utanç duydum.

Lut Gölü ya da Ölü Deniz

"Lut Gölü/Denizi", doğuda Ürdün, batıda İsrail ve Batı Şeria ile sınırlanmış bir tuz gölüdür. Ürdün Rift Vadisi'nde yer almaktadır ve ana kolu Ürdün Nehri'dir.

Yüzeyi ve kıyıları, Yeryüzünün en düşük rakımlı deniz seviyesinden 430,5 metre daha altındadır. 304 metre derinlikte, dünyanın en derin Hipersalin gölüdür. 342 g/kg tuzluluk oranı ile dünyanın en tuzlu su kütlelerinden biridir. Okyanusa göre 9.6 kat tuzlu ve yüzmeyi deneyen kişileri havaya kaldıracak kadar, 1.24 kg/L yoğunluğa sahiptir. "Ölü Deniz" denilmesinin sebebi, sudaki yüksek tuz oranının, bitkilerin ve hayvanların gelişebilmesi için fazla sert bir ortam yarattığından hiçbir yaşama ev sahipliği yapmamasındandır.

600 km2 civarında bir alanı kaplayan Lut Gölü'nün tabanı, su derinliği çok fazla olmasa da (yaklaşık 376 metre), göl seviyesi deniz seviyesinden 420 metre aşağıdadır. Bu büyük tuzlu göl, karşılıklı uzak noktalarından 80 km/18 km genişliktedir. Su seviyesindeki çekilme eski zamanlarda yılda ortalama 18 cm iken, bugün bu değer İsrail ve Ürdün'ün artan içme suyu ihtiyacı nedeniyle, yıllık 50 cm civarına yükselmiştir. Lut Gölü %28 ile %33 arasında değişen tuz oranıyla (Akdeniz %3) Antarktika'daki Don Juan Gölü (%40'ın üzerinde) ve Asal Gölü'nden (%35) sonra dünyadaki en tuzlu üçüncü göldür.

SODOM VE GOMORA ŞEHİRLERİ

Sodom ve Gomora, Eski Ahit'in Tekvin Kitabı'nda sözü edilen günâhkâr kentler. İsrail'de, Lut Gölü'nün güneydoğusundaki el-Lisan Yarımadasının güneyinde sığ suların altında kaldıkları tahmin edilmektedir. Admah, Tseboim ve Tsoar ile Kitabı Mukaddes'te adı geçen beş ova kentini oluştururlar.

Tekvin'de "işledikleri günahlardan ötürü gökyüzünden yağan ateşle yok edildiği" anlatılan bu iki kentin, İsrail'deki Şeria Irmağından Doğu Afrika'da Zambezi Irmağına uzanan Büyük Rift Vadisinde MÖ 1900'de meydana gelen bir depremle yok olduğu sanılır.

Arkeolojik bulgular bölgenin Orta Tunç Çağında (MÖ 2000-1500) ekilebilir olduğunu, tarım yapmaya yeterli tatlı su kaynaklarının da bulunduğunu göstermektedir. Bu nedenle İbrahim peygamberin yeğeni ve ona inanan ilk kişi olan Lut, Sodom ve Gomora'nın yer aldığı Siddim Vadisini (Lut Gölü) hayvanları için otlak yeri olarak seçmiş olmalıdır. Kitabı Mukaddes'te sözü edilen kükürt ve ateşin, bölgenin jeolojik yapısını bütünüyle değiştiren deprem sırasında yeraltındaki petrol ve doğalgaz kaynaklarının patlayarak yanmasından kaynaklandığı sanılmaktadır. Sodom kentinin adı, denizin güneybatı ucundaki Sodom Dağından gelir.

LUT KAVMİ

Lût Kavmi İslam inancına göre MÖ 1900 yıllarına kadar varlığını sürdürmüş topluluk. Bu kavim bir doğal afet sonucu yok olmuştur.

Kavmin yaşadığı yer ise bugün Kızıldeniz'in kuzeyinde Ürdün-İsrail sınırında Lût Gölü yakınlarında olduğu arkeolojik incelemelerle belirlenmiştir. Bu şehrin, Eski Ahit'te adı geçen "Sodom" olduğu kesinlik kazanmıştır.

Lût Gölü'nün deniz seviyesinden 794 metre aşağıda olması bu bölgede bir çöküş olduğu, bunun Kur'ân'da anlatılan olaylarla benzerlik göstermesi ve Tevrat'ta "Sodom" şehrinin de böyle bir akıbete uğramış olması; Lût Kavmi'nin burada yaşamış olabileceğine kanıt olarak gösterilmektedir.

Kuran’da Lut Kavmi

Kuran'a göre de yasak olan aile içi-akraba arası ilişki, zorla cinsel ilişki ve fuhuş, "sapkınlık" olarak nitelendirilerek kavim içerisinde doğal bir hale gelmişti. Kavim içerisinde tecavüz ve fuhuş normal hale gelmişti. Lut peygamberin gönderildiği kavmin erkekleri, şehri ziyarete gelen tüm erkeklere ve herkes de birbirine ve kendi ailesine tecavüz etmekteydi. Erkekler eşleri dışındakilerle de cinsel ilişki yaşıyordu. Kuran'a göre; bu tür sapkınlık ilk defa bu kavim içinde görülmüştür. Allah, Lût peygamberden kavmini uyarmasını istemiş ve o da uyarmış ancak kavmi, Lût peygamberi umursamamıştır. Allah, tecavüz olaylarını sona erdirmek için kavme erkek kılığında melekler göndermiştir. Bu olaydan sonra Allah; Lût peygamberin ailesiyle beraber şehirden uzaklaşmasını istemiş, bu arada hiç arkasına bakmamasını, eşinin de helâk olacağını bildirmiştir ve neticede Lut peygamberin eşi de Lût kavmiyle yok edilmiştir.

LUT KAVMİNİN HELAKI

LUT KAVMİNİN ÖZELLİKLERİ

Sodomlular, azgın ve ahlâksız bir kavimdi. Bu kavim, geçmiş milletlerde görülmeyen her türlü ahlâksızlığı işleyen bir topluluktu. İğrenç ve çirkin ahlâksızlıkları pervâsızca işlemeyi ve hattâ daha öteye gitmeyi âdeta meslek hâline getirmişlerdi. Kendilerine mânî olmak isteyenleri ise susturuyorlar ve:

“Temizler aramızdan çıksın!” diyorlardı.

Bu kavimde iffet, hayâ ve nâmus unutulmuş, hayvan topluluklarında bile rast­lanmayan bir denâet (alçaklık, âdîlik) baş göstermiş ve Kurân-ı Kerîm’de buyrulan “bel-hüm edall: hayvandan daha aşağı” bir seviyeye düşülmüştü.

İşte Lût -aleyhisselâm- böylesine bedbaht bir kavmi hidâyete dâvetle vazîfe­liydi. Gece gündüz onların intibâhı için çırpınıyordu. Âyet-i kerîmelerde O’nun bu gayretleri şöyle beyân edilmektedir:

“Kardeşleri Lût onlara şöyle demişti: «(Allâh’a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? Bilin ki, ben size gönderilmiş emin bir peygamberim. Artık Allâh’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin! Buna karşı ben sizden hiçbir ücret de talep etmiyorum. Benim ecrimi verecek olan, ancak âlemlerin Rabbidir. Rabbinizin sizler için yarattığı eşlerinizi bırakıp da insanlar içinde erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Doğrusu siz, sınırı aşmış (sapık) bir kavimsiniz!»”

(eş-Şuarâ, 161-166)

Sodom halkı Lût -aleyhisselâm-’ı hemen yalanladı. Dâvetine uymadı. Bunun üzerine Lût -aleyhisselâm-, onlara yaptıkları ahlâksızlığın vehâmetini duyurdu:

(Onlara:) «Dünyâda sizden önce hiç kimsenin yapmadığı bir hayâsızlığı mı yapıyorsunuz?» dedi.” (El-A’râf, 80)

Yaptıkları kötü fiillerin kendilerini felâkete götüreceğini bildirdi. Onlar da Lût -aleyhisselâm-’ı ülkesinden kovmaya kalkıştılar:

“Kavminin cevâbı: «Onları (Lût’u ve taraftarlarını) memleketinizden çıkarın! Çünkü onlar, fazla temizlenen insanlarmış!» demelerinden başka bir şey ol­madı.” (El-A’râf, 82)

Temiz kalmak, nâmuslu ve iffetli yaşamak, böyle azgın ve ahlâksız bir kavme göre suçtu. Kendilerinin mânevî gıdâları teressübât (pislik) olduğu için temiz insan­lardan rahatsızlık duyuyorlar ve

“–Ey Lût! (Bu dâvâdan) vazgeçmezsen, iyi bil ki, sürgün edilmişlerden ola­caksın!” (Eş-Şuarâ, 167) diyerek tehdit ediyorlardı. Hazret-i Lût, onlara Allâh’ın azâbını hatırlattı:

“And olsun ki Lût, onları bizim şiddetli azâbımızla uyardı. Fakat onlar bu tehditleri şüpheyle karşıladılar.” (El-Kamer, 36)

Başlarına gelecek felâketin dehşetini kavrayamadıkları için ilâhî tehdîdi mühimsemediler. Sefîl bir şekilde ve büyük bir cür’etle Lût -aleyhisselâm-’a:

“…Şâyet doğru söyleyenlerden isen bize Allâh’ın azâbını getir!” (El-Ankebût, 29) diye cevap verdiler. Sapıklıklarından vazgeçmeye yanaşmadılar.

LUT KAVMİNİN HELAK OLMA SEBEPLERİ

1. Putlara tapmak

2. Livâta yapmak (erkeğin erkeğe yaklaşması)

İbn-i Abbâs’tan rivâyet edilen bir Hadis-i şerîfte şöyle buyrulur:

“Lût kavminin çirkin işini yapanı görürseniz, fâili de (yapanı da) mef’ûlü de (yapılanı da) öldürünüz!” (Tirmizî, Hudûd, 24/1456; Ebû Dâvûd, Hudûd, 28/4462)

İbn-i Abbâs’tan diğer bir rivâyete göre Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sel­lem- üç kere:

“Lût kavminin işini (livâta) yapan mel’ûndur (lânetlenmiştir).” (Tirmizî, Hudûd, 24/1456) buyurdular.

Mâlik bin Dînâr buyurdular:

“Geçmiş ümmetlerin hiçbirinde livâta işitilmedi. Ancak bu çirkin fiil Lût kavmi arasında görüldü. Onlara da bu fiili şeytan öğretmişti. Ve insanlar, yaratılış­larına zıd olan bu fiili işleyince, ilâhî gazab ve azâba sürüklendiler.

Allâh Teâlâ, insana şehveti neslin çoğalması için vermiştir. Onu, veriliş gâye ve hikmetinin dışında kullanarak gâfilâne hareket etmek, insanın cehâlet ve azgınlı­ğındandır. Bu da insanlık şeref ve haysiyetini ayaklar altına alarak hayvanlardan da aşağı bir seviyeye düşmektir.”

3. Livâta ile öldürmek.

Lût kavminin azgınları, bir kimseyi öldürmek istedikleri zaman, ona livâta yapılmasını emreder, bu şekilde eziyet ettikten sonra öldürürlerdi.

4. Sodomlular, iffetsizliklerini alenî işlerlerdi. İffetli kimseleri de ayıplarlardı. O kadar alçalmışlardı ki, yellenmelerini bile alenî bir eğlence vâsıtası yapar­lardı.

Lût kavmi de kötü işlerinde o kadar aşırı gitmişlerdi ki, iffetli yaşa­yıp kendilerine nasîhatte bulunanları istemezlerdi. Lût -aleyhisselâm-’a:

“–Ey Lût! Bu sözlerden (bu nasîhatlerden) vazgeçmezsen, mutlaka (memleketimizden) kovulacaksın!” derlerdi.

5. Yol kesmek; çakıl taşlarını yoldan geçenlerin üzerine atmak.

Onlar, yol üzerine oturur, yanlarına çakıl taşları alırlardı. Yabancı birisi geçer­ken de onun üzerine taş atarlar ve onunla alay ederlerdi.

6. Koğuculuk (söz taşımak).

7. Cimrilik.

Hasan-ı Basrî’den gelen bir rivâyete göre Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Lût kavminin helâk sebeplerini saydıktan sonra hadîsin devamında şöyle buyurmuşlardır:

“Bir de ümmetim bu ahlâksızlıklara şunu da ilâve eder ki, o da, kadın kadına münâsebette bulunulmasıdır (yâni eşcinsellik) …” (Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, II, 51)

LUT KAVMİNİN HELAKI

Lût -aleyhisselâm- çok ağır şartlar altında, bir nakle göre 40 sene mücâdele verdi. Fakat kavminin yaptığı zulüm ve ahlâksızlıklar artık dayanılmaz bir noktaya ulaşmıştı. Sodom halkı azâb-ı ilâhîye dahî bîgâne kalıp, üstelik bir de onu istemekle şiddetli bir azâba müstehak olmuşlardı. Lût -aleyhisselâm- bu perişan vaziyet karşısında Rabbine sığındı ve O’ndan yardım istedi. Allâh Teâlâ’ya yalvararak:

“Rabbim! Beni ve ailemi, onların yapageldiklerinden kurtar!” (Eş-Şuarâ, 169)

“«Şu fesatçılar gürûhuna karşı bana yardım eyle Rabbim!» dedi.” (El-Ankebût, 30)

Yıllarca kavminin saâdet ve hidâyeti için çalışmış fakat kendisine iki kızıyla birlikte çok az kimse îmân etmişti. Hanımı dahî, azgın kavmin tarafını tutmuştu. Dolayısıyla bu duâ, Lût -aleyhisselâm- için son çâre idi. Allâh -celle celâlühû- Lût kavmini helâk etmek için melekleri gönderdi. Genç erkekler sûretinde gelen bu melekler bile azgın kavmin eşcinsellikten doğan kötü arzularını uyandırmıştı. Nitekim onlara sarkıntılığa yeltendiler. Bu hâdise Kur’ân-ı Kerîm’de şu şekilde anlatılır:

“Elçilerimiz Lût’a gelince, (Lût), onlar (a sapık kavminin musallat olmasın)dan endişeye düştü, onlar adına içi daraldı ve: «Bu, çetin bir gündür.» dedi.” (Hûd, 77)

Meleklerin genç delikanlılar şeklinde geldiğini gören Lût -aleyhisselâm- onları insan sanmış ve kavminin onlara tecâvüz etmesinden korkmuştu. Çünkü A’râf Sûresi’nin 80 ve 81. âyetlerinde bildirildiğine göre Lût’un inkârcı kavminde cinsî sapıklık çok yaygın idi.

“Lût’un kavmi, koşarak onun yanına geldiler. Daha önce de o kötü işleri yapmaktaydılar. (Lût:) «Ey kavmim! İşte şunlar kızlarımdır (onlarla evlenin); sizin için onlar daha temizdir. Allâh’tan korkun ve misâfirlerimin önünde beni rezil et­meyin! İçinizde aklı başında bir adam yok mu?!» dedi.” (Hûd, 78)

Bâzı tefsircilere göre Hazret-i Lût’un halkına evlenmelerini tavsiye ettiği kız­larından maksat, kendi öz kızları değil, kavminin kızlarıdır. Çünkü O’nun sadece iki kızı vardı. Her peygamber kendi kavminin büyüğü ve mânevî babası sayıldığın­dan Hazret-i Lût: «İşte bunlar kızlarımdır.» demiştir. Fakat gözü dönmüş olan Sodomlular:

“Dediler ki: «Senin kızlarında bizim bir hakkımız olmadığını biliyorsun. Ve sen bizim ne istediğimizi de elbette bilirsin.» (Lût:) «Keşke benim size karşı (koyacak) bir gücüm olsaydı veya güçlü bir kaleye sığınabilseydim!» dedi.” (Hûd, 79-80)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hazret-i Lût’un kavmine karşı söylediği bu sözünden bahsettikten sonra şöyle bir îzahta bulunmuştur:

“Allâh Lût’a rahmet etsin. O çok sağlam bir yere (Rabbine) sığınıyordu. Allâh Lût’un bu duâsı bereketiyle O’ndan sonra gelen bütün peygamberlere, kendisine destek verecek hısım ve akrabâlar ihsân etmiştir.” (İbn-i Hibbân, XIV, 86)

(Melekler) dediler ki: «Ey Lût! Biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana aslâ do­kunamazlar. Sen gecenin bir kısmında âilenle (yola çıkıp) yürü! Hanımından başka, sizden hiçbiri geride kalmasın! Çünkü onlara gelecek olan (azâb) şüphesiz ona da isâbet edecektir. Onlara va’dolunan (helâk) zamanı, sabah vaktidir. Sabah vakti de yakın değil mi?” (Hûd, 81)

Sapık güruh son bir kez Lût -aleyhisselâm-’ın kapısına yüklendilerse de bir anda hepsinin gözleri kör ediliverdi. Âyet-i kerîmede bu hakîkat şöyle haber verilmektedir:

“Celâlime yemin olsun ki (kavmi) Lût’tan, misâfirlerinden (murâd almak üzere) talepte bulundular; bunun üzerine biz de onların gözlerini silme kör ettik. «Haydi azâbımı ve îkazlarımı (mühimsememenin cezâsını) tadın!» dedik.” (El-Kamer, 37)

Kadı Beydavî ve Fahreddîn-i Râzî’nin beyânlarına göre meleklerden birisi Cebrâîl -aleyhisselâm- idi. Topluluk kapıyı kırıp içeri girdiklerinde, bir hareketle hepsinin gözünü kör etti. Panik içerisinde kapıyı dahî bulup kaçamadılar. Hattâ, Lût -aleyhisselâm- onları kollarından tutarak dışarı çıkarmıştı.

“Emrimiz gelince, oranın altını üstüne getirdik ve üzerlerine (balçıktan) pişiri­lip istif edilmiş taşlar yağdırdık. (O taşlar) Rabbin katında işâretlenerek (yağdırılmıştır). Onlar zâlimlerden uzak değildir.” (Hûd, 82-83)

Lût kavmine azâb-ı ilâhînin gelişi ve helâk oluşları Hicr Sûresi’nin 58-77. âyet-i kerîmelerinde de farklı bir üslupla anlatılmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de, bu topluluğun yaşadığı beldeden; altüst olan anlamında “el-mü’tefike” diye bahsedilmektedir.

Lût kavmi, homoseksüellik gibi iğrenç bir günâhı işledikleri için Allâh Teâlâ, onlara önce korkunç bir ses duyurmuş, sonra memleketlerinin altını üstüne getir­miş, daha sonra da üzerlerine taş yağdırmıştır ki, bir milletin yok olup târih sahne­sinden silinmesi için bundan daha şiddetli felâket olamaz!

Cenâb-ı Hak onları daha sonra gelecek insanlar için bir ibret kıldığını şöyle haber verir:

“İşte bunda ibret alanlar için işâretler vardır. Onlar hâlâ gözler önünde duran bir yol üzerindedirler. Hakîkaten bunda îmân edenler için bir ibret vardır.” (El-Hicr, 75-77)

Ankebût Sûresi’nin 35. âyet-i kerîmesinde de bu ahlâksız kavmin helâkiyle ilgili olarak, arkadan gelen ümmetlere ibret olması için birtakım alâmetler bırakıldığı bildirilir:

“And olsun ki biz, aklını kullanacak bir kavim için orada apaçık bir ibret ni­şânesi bırakmışızdır.”

Bu nişâne, helâk edilen kavmin başına gelenlerle ilgili hikâyeler, harâb olan yurtlarının kalıntıları, gökten yağdırılan taşlar ve kapkara akan nehirler şeklinde tefsîr edilmiştir.

Fahreddîn-i Râzî, Lût kavmini anlatan ayet-i kerîmelerin Mekke müşriklerine hitâben indirildiğini hatırlatarak ve “Onlar hâlâ gözler önünde duran bir yol üzerindedirler.” ayet-i kerîmesinden yola çıkarak; “Mekkeliler ticâret için ekseriyetle Şam şehrine giderlerdi. Şam yolu, Lût Gölü’nün tam güneyinden geçerdi. Bu sebeple Lût kavminin kalıntılarını burada aramak gerekir.” diye bir îzahta bulunmuştur.

HZ.LUT’UN (A.S.) EŞİ NEDEN HELAK OLDU?

Lût -aleyhisselâm-, peygamber olarak vazîfelendirildiği zaman, kendisine îmân eden Fevât isminde bir hanımı vardı. Bu hanım yirmi sene sonra vefât etti. Onun vefâtından sonra Lût -aleyhisselâm-, Vâhile isminde Sodomlu bir kadın ile evlendi. Fakat Vâhile münâfık bir kadındı. Kavmin îmânsızlık ve ahlâksızlıklarına karşı sessiz kalıyordu. Hattâ kavmini, Lût -aleyhisselâm-’a karşı gizliden gizliye destekliyordu.

Bir akşam vakti, kavmini helâk etmekle vazîfeli melekler, güzel yüzlü insanlar sûretinde evlerine gelince Vâhile, bunu hemen gidip kavmine haber verdi; Lût -aleyhisselâm-’a ihânet etti. Böylece o da kavmi ile helâk oldu.

Lût -aleyhisselâm-’ın iki mü’mine kızı vardı. Lût kavminin helâk edilmesi es­nâsında babaları ve îmân edenler ile Sodom’dan çıkıp azâb-ı ilâhîden kurtul­muşlardı.

Daha sonra bunlar, babaları ile İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın yanına gitti­ler. İbrâhîm -aleyhisselâm- da bu iki kızı kendi kavminden iki mü’minle evlendirdi. Yüce Allâh, Lût’un neslini bereketlendirdi. Medyen halkı onlardan hâsıl oldu.

Allâh Teâlâ Lût kavminin helâkinden ibret alınmasını emretmekte ve helâk olan kavimlerin kalıntılarının insanlık târihine bir ibret olarak bırakıldığını bildirmektedir.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Nebiler Silsilesi 1, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

ERİHA

Eriha Filistin Ulusal Yönetimi'nin Batı Şeria bölümünde Ürdün Nehri yanında yer alan bir yerleşim yeridir. Eriha valiliği'nin merkezidir ve Fetih partisi tarafından yönetilir. 2007 yılı itibarıyla 18,346 nüfusa sahiptir. 1517-1918 yılları arasında Osmanlı hakimiyeti altında olan şehir, 1949'dan 1967'ye kadar Ürdün tarafından işgal edildi ve 1967'den itibaren İsrail işgali altında tutuldu; 1994 yılında idari kontrol Filistin Yönetimi'ne verildi. Dünyanın en eski yerleşim bölgelerinden biri olduğuna inanılmaktadır ve dünyanın bilinen en eski koruyucu duvarına sahip şehridir. Şehrin, dünyanın en eski taş kulesine sahip olduğu da düşünüldü, ancak Tel Karamel, Suriye'deki kazılarda daha eski taş kuleler keşfedildi.

Arkeologlar Eriha'da 20'den fazla ardışık yerleşimin kalıntılarını ortaya çıkarmışlardır. Bunlardan ilki 11,000 yıl öncesine (MÖ 9000), neredeyse Dünya tarihinin Holosen döneminin başlangıcına dayanmaktadır.

Şehir ve çevresindeki verimli kaynaklar binlerce yıldır insanları şehre çekmektedir. Eriha, Tanah'ta "Palmiye Ağaçları'nın Şehri" olarak tanımlanmaktadır. Eriha'nın İbranice'deki ismi olan Yeriẖo kelimesinin genellikle Kenanca reaẖ ("kokulu") kelimesinden türetildiği düşünülmektedir.

Eriha, 1967 Altı Gün Savaşı'nda Batı Şeria'nın geri kalan kısmı ile İsrail tarafından işgal edilmiştir. Eriha Oslo Anlaşması'na uygun olarak Filistin Yönetimi'ne teslim edilen ilk şehirdi. 4 Mayıs 1994 tarihli Gazze–Eriha Anlaşması'nda Eriha'nın sınırlı Filistin özerk yönetimi kabul edilmiştir. 29 Nisan 1994'te anlaşmanın bir diğer parçası olan "Ekonomik İlişkiler Protokolü" imzalanmıştır. Şehir, Batı Şeria'nın A Bölgesi'ndeki Ürdün Vadisi'nin bir yerleşim bölgesinde yer alırken, çevresi tam İsrail askerî kontrolü altında C Bölgesi olarak belirlenmiştir. Dört barikat yerleşim bölgesini kuşatmakta ve Eriha'nın Filistin nüfusunun Batı Şeria'ya hareketini kısıtlamaktadır.

2001 yılında İkinci İntifada ve intihar bombalarına yanıt olarak Eriha, İsrail birlikleri tarafından yeniden işgal edildi. Eriha'ya giden ve gelen Filistin trafiğini kontrol etmek için şehrin büyük bir kısmının çevresine 2 metrelik derin bir hendek inşa edildi.

14 Mart 2006 tarihinde, İsrail Savunma Kuvvetleri Emtiaları Eve Getirme Operasyonu başlattı ve haklarında 2001 yılında İsrailli turizm bakanı Rehavam Zeevi'ye suikast suçlaması bulunan FHKC genel sekreteri Ahmad Sa'adat ile diğer beş tutukluyu baskın yaparak yakaladı.

Hamas'ın, nüfusunun çoğunluğunu Fetih destekli Hilles aşiretinin oluşturduğu bir mahalleye saldırısının ardından, 6 Hamas üyesinin öldüğü bu saldırıya yanıt olarak Hilles aşireti 4 Ağustos 2008 tarihinde Eriha'ya konuşlandı.

2009 yılında Filistin Yönetimi Başbakanı Selam Feyyad ve ABD Dışişleri Bakanlığı Uluslararası Narkotik ve Hukuki Yaptırım İşleri'nden sorumlu Yardımcısı David Johnson, ABD fonuyla Filistin Yönetimi güvenlik güçleri için Eriha'da inşa edilen 9,1 milyon dolar'lık Başkanlık Muhafız Eğitim Merkezi'nin açılışını yaptılar.

Şehrin şimdiki belediye başkanı eski bir avukat olan Hassan Saleh'tir.

Eriha Teleferiği

Eriha, Ürdün Vadisi'nde bulunan Vadi Kelt'teki bir vahada deniz seviyesinin 258 metre aşağısında yer almaktadır ve bu da Eriha'yı dünyanın en alçakta bulunan şehri yapmaktadır. Şehrin yakınlarındaki Ayn es-Sultan kaynağı dakikada 3.8 m3 su üreterek, birden fazla kanal aracılığıyla 10 kilometrekarelik bir alanı sular ve 10 kilometre uzaklıktaki Ürdün Nehri'ni besler. Yıllık yağış miktarı çoğunlukla kış aylarında ve ilkbaharın başlarında olmak üzere 204 mm'dir. Ortalama sıcaklık Ocak ayında 11 °C ve Temmuz ayında 31 °C'dir.

Köppen iklim sınıflandırmasına göre Eriha sıcak çöl iklimine (BWh) sahiptir. Zengin alüvyonlu toprağı ve bol kaynak suyu Eriha'yı yerleşim için çekici bir yer haline getirmiştir.

Eriha Belediyesi

1997 yılında Filistin Merkezi İstatistik Bürosu (FMİB) tarafından gerçekleştirilen ilk nüfus sayımında Eriha'nın nüfusu 14.674 olarak belirtilmişti. Filistinli mülteciler nüfusun %43,6'sını yani 6.393 kişilik kısmını oluşturuyordu. Kentin cinsiyet dağılımı %51 erkek ve %49 kadın şeklindeydi. Eriha'nın genç bir nüfusu vardır ve nüfusun yaklaşık yarısı (%49,2) 20 yaşın altındadır. 20 ve 44 yaş arasındaki insanlar nüfusun %36,2'sini oluştururken, 45 ve 64 yaş arası %10,7'sini ve 64 yaş üzerindekiler ise %3,6'sını oluşturmaktadır. 2007 yılında FMİB tarafından yapılan nüfus sayımında, Eriha'nın nüfusu 18.346 olarak belirtilmiştir.

Demografi son üç bin yıl içinde bölgedeki baskın etnik gruba ve yönetime bağlı olarak büyük farklılıklar göstermiştir. 1945 yılında Sami Hadawi tarafından yapılan bir arazi ve nüfus incelemesinde, Eriha'daki 3.010 vatandaşın %94'ü (2840) Arap ve %6'sı (170) ise Yahudi olarak belirtilmiştir. Bugün nüfusun ezici çoğunluğu Müslüman'dır. Hristiyan topluluk nüfusun yaklaşık %1'ini oluşturmaktadır. Eriha'da büyük bir siyahi Filistinli topluluk bulunmaktadır.

Eriha pazarı, 1967

1994 yılında İsrail ve Filistinliler, Eriha'daki Filistinlilerin bankalar açmasını, vergi toplamasını ve böylelikle kendi kendilerini yönetemeye hazırlık amacıyla ihracat ve ithalat yapmasını sağlayan bir ekonomik anlaşma imzaladılar.

Turizm

2010 yılında Eriha, Ölüdeniz'e olan yakınlığından ötürü Filistinli turistler arasında en popüler yer olarak ilan edildi.

1998 yılında, Yaser Arafat'ın desteğiyle Eriha'da 150 milyon dolarlık bir kumarhane oteli inşa edildi. Kumarhane şu anda kapalıdır ancak tesisteki otel konuklara açıktır.

Ahit ve Hristiyan Turizmi

Hristiyan turizmi Eriha'nın başlıca gelir kaynaklarından birisidir. Eriha ve çevresinde birçok önemli Hristiyan hac mekânı bulunmaktadır.

· Bölgenin panoramik manzarasına sahip Rum Ortodoks Ayartma Manastırı'nın tepesinde yer alan Ayartma Dağı. Manastıra kadar giden bir teleferik vardır.

· Yahudiler ve Hristiyanlar tarafından Ayn es-Sultan kaynağı olarak bilinen Elyesa Kaynağı

· Zakkay'ın çınar ağacı (İnciller'de bahsedilen esas ağaçla ilgili olduğu için, farklı yerlerde bulunan bu türden iki ağaca hürmet gösterilir)

· Ürdün Nehri üzerindeki Kasr el-Yehud/El-Mağtas'ta bulunan İsa'nın vaftizinin gerçekleştiği yerin yanındaki geleneksel alan

· Deyr Hacle olarak bilinen Saint Gerasimos Manastırı; Eriha'nın yakınındaki Ürdün Vadisi'nde

· Eriha'nın yukarısındaki Vadi Kelt'te bulunan Saint George Manastırı.

Arkeoloji Turizmi

Eriha içerisinde ve yakınında bulunan arkeolojik alanların turistleri çekme potansiyeli bulunmaktadır. Bunlar, Tarih ve arkeoloji paragrafında ayrıntılı olarak ele alınmaktadır:

· Tel es-Sultan'da bulunan Taş, Tunç ve Demir Çağı kentleri

· Tulul Ebu el-'Alayık'ta bulunan Haşmonayim ve Herodian kış sarayları

· Eriha (Şalom el Yisrael Sinagogu) ve Na'aran'da bulunan Bizans dönemi sinagogları

· Hırbet el-Mefcer'de bulunan, Hişam Sarayı olarak da bilinen Emevi sarayı

· Tavahin es-Sukkar'da ("şeker değirmenleri") bulunan Haçlı döneminden kalma şeker üretim tesisi

· Nebi Musa, "Peygamber Musa"ya adanan Memlûk ve Osmanlı türbesi

Şeria Nehri

Şeria Nehri ya da Ürdün Nehri veyâ Erden Nehri, Orta Doğu'da Ürdün Vadisi boyunca akan ve Lût Gölü'ne dökülen bir nehir. 251 kilometre uzunluğundadır.

Vaftiz nedir?

Vaftiz, dini anlam ve duygusal önemle dolu bir Hıristiyan ritüel uygulamasıdır. Esasen, pek çok Hristiyan için, İsa'ya olan inancını halka açık bir şekilde ilan etmek ve yeniden doğmak için bir vasiyetname yapmakla ilgilidir. Aynı zamanda, bireyin İsa'nın yaşamı, ölümü, gömülmesi ve dirilişiyle özdeşleşmeye istekli olması ve inanç sistemlerini güçlendirmenin bir yolu ile ilgilidir. Bazıları bunu gerçek bir ruhsal kurtuluş olarak görüyor.

Hıristiyan olmayan pek çok kişi, vaftizin yalnızca bebekler üzerinde, bir kilisede, bir bakan/rahip, vaftiz ebeveynleri ve yakın aile ve arkadaşların katıldığı bir tören olduğunu varsayar. Ama aslında durum böyle değil, vaftiz her yaştaki birey üzerinde gerçekleştirilebilir. Bu tür bir vaftiz, kurtuluştan sonra tüm vücudun suya daldırılmasından oluşur ve bu aynı zamanda Tanrı'ya itaate tanıklık eder. Pek çok inanan için bu sadece bir kurtuluş eylemi değil, aynı zamanda ruhsal bir büyümedir.

Vaftiz, imanı güçlendirmenin yanı sıra, bir bireyin kendi daha geniş topluluğuna katılmasının bir yoludur. Vaftiz edilmek, Hıristiyanlara yalnız olmadıklarını, daha geniş bir ailenin Tanrı'nın bir ailesinin - parçası olduklarını sürekli olarak hatırlatır. Ayrıca, İsa'nın öğrencilerine verdiği son emir, "Bütün ulusları öğrencilerim olarak yetiştirin, onları Baba, Oğul ve Kutsal Ruh adına vaftiz edin" şeklinde olduğuna inanılır.

Dünyanın her yerinden vaftiz edilmek veya yeniden vaftiz edilmek isteyen Hıristiyanlar bunun için İsrail'e gidiyor. İsrail’de Ürdün Nehri'nde vaftiz, eski İsrail'de Yahya tarafından Ürdün Nehri'nde vaftiz edilen İsa'nın izinden giderek, ömürlerinde bir kez karşılaşabilecekleri bir deneyimdir.

Her yıl, yarım milyonun üzerinde ziyaretçi alıyor ve bunlardan bazıları, kelimenin tam anlamıyla, günahlarının 'yıkanacağına' inandıkları bir vaftiz törenine katılmayı seçiyor.

Ürdün Nehri, elbette, hem İbrani hem de Hıristiyan İncillerinde Yaratılış, Yeşu, Krallar ve dört İncil'in hepsinde birçok kez bahsedilen dini bir sitedir. Manzaranın tadını çıkarmak ya da ritüeli üstlenmek için burayı ziyaret eden çoğu Hristiyan, burayı Kutsal Topraklara yaptıkları gezinin ruhani bir vurgusu olarak görüyor.

İsrail ile komşuları arasındaki çatışma ve bölgedeki çok sayıda mayın nedeniyle site uzun yıllar kapalı kaldı. Altı Gün Savaşı'ndan sonra, 1967'de İsrail bölgeyi ele geçirdiğinde, Qasr al-Yahud bir Milli Parklar grubunun kontrolüne verildi. Site, bazı tesislere sahip olmasına rağmen Celile'deki 'rakibinden' çok daha az donanımlıdır.

Giriş ve ayrıca soyunma odaları ve tuvaletler için herhangi bir ücret yoktur. Ancak orada ne görevli var ne de yeme-içme tesisi var. Getirdiğiniz yiyecekleri yiyebileceğiniz ve biraz gölgelenebileceğiniz bazı banklar var. Bazen burada kendi gruplarına ders veren rahipler ve papazlar görürsünüz. Kendi suyunuzu (şişelenmiş) getirmenizi tavsiye ederiz, çünkü yılın büyük bölümünde çok sıcak olabilir ve yeterli sıvı tüketmezseniz sıcak çarpması riskiyle karşı karşıya kalırsınız.

Bu bölgede su biraz daha çamurlu (ve hatta bulanık), ancak burada yürümek mümkün. Sadece birkaç metre ötede Ürdün tarafı var ve iki ülke arasındaki 'sınır' sarı 'yüzen' şeritlerden başka bir şeyle işaretlenmemiş.

Nebi Musa Makamı Külliyesi

Memluk Sultanı Baybars tarafından da 1268-1269 yıllarında Hazreti Musa'nın kabri olduğuna inanılan mezar.

Selahaddin Eyyubi'nin Kudüs'ü fethetmesinin ardından başlatılan bir gelenekle Hazreti Musa'nın makamı olarak kabul edilen bu bölgede çeşitli etkinlikler düzenlenmeye başlandı.

Memluk Sultanı Baybars tarafından da 1268-1269 yıllarında Hazreti Musa'nın kabri olduğuna inanılan mezar üzerine türbe ve cami yaptırıldı. Nebi Musa Makamı, geçen asırlar boyunca çeşitli dönemlerdeki eklemelerle içinde türbe, han ve diğer müştemilatların bulunduğu büyük bir külliye olma özelliğini taşıyor. Hac güzergâhı üzerinde yer alan bu külliye, tarih boyunca özellikle Osmanlı döneminde Hac yolcularının Kudüs'e varmadan önce konakladıkları ve ihtiyaçlarını giderdikleri bir han olarak da kullanıldı.

Osmanlı döneminde külliyenin ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla başta Eriha olmak üzere Filistin'in diğer şehirlerinde vakıflar tahsis edildi. Tarihi kaynaklara ve arşiv belgelerine göre Osmanlı döneminde Hazreti Musa'nın kabrinden ötürü buraya büyük önem verildiği biliniyor. Nebi Musa Makamı Külliyesi'nde 2013'te TİKA tarafından restorasyon çalışmaları gerçekleştirilmiştir.

EL-HALİL ŞEHRİ

El-Halil veya Hebron, Kudüs'e 30 km (19 mil) uzaklıkta, Batı Şeria'nın güneyindeki bir Filistin şehridir. Yehuda Dağları'nın üzerinde yer alan şehir, deniz seviyesinden 930 m (3.050 ft) yüksekte bulunmaktadır.

Batı Şeria bölgesinin en büyük şehri ve Gazze'den sonra Filistin topraklarında bulunan, 215.452 Filistinli nüfusu ile (2016) ikinci en kalabalık şehirdir. El-Halil Eski Şehri'nin dışlarına doğru yoğunlaşmış 500 ila 850 Yahudi yerleşimciye sahiptir. Hz. İbrahim'in burada ölmesinden dolayı hem Yahudiler, hem Hristiyanlar, hem de Müslümanlar tarafından önemli bir yer olarak görülüyor. Hz. İbrahim'in de yattığı, Patriklerin ve Anaerkillerin gömüldüğü Atababalar Mağarası'nı içeriyor. Yahudiler el-Halil'i, Kudüs'ten sonra ikinci önemli kutsal yer olarak görür.

El-Halil genellikle Batı Şeria'daki İsrail hakimiyetinin bir "mikrokozmosu" olarak tanımlanmaktadır. 1997 Hebron Protokolü şehri iki kutuba ayırdı: Filistin Yönetimi tarafından kontrol edilen H1 (Hebron 1) ve İsrail yönetimi tarafından yönetilen, şehrin kabaca %20'si olan H2 (Hebron 2). Şehirin yerel sakinleri için tüm güvenlik düzenlemeleri ve seyahat izinleri, resmi olarak Bölgelerdeki Hükümet Faaliyetleri Koordinatörü (BHFK) olarak adlandırılan, Batı Şeria'nın askerî idaresi ve Filistin Yönetimi aracılığı ile İsrail arasında koordine edilmektedir. Yahudi yerleşimcilerin kendi idari belediye organı olan Hebron Yahudi Topluluğu Komitesi vardır.

Hebron, Batı Şeria'da ticaret ağının yoğun bir merkezidir ve bölgenin gayri safi yurtiçi hasılasının yaklaşık üçte birini taş ocaklarından çıkarılan kireçtaşı satışı ile sağlamaktadır. Üzümleri, incirleri, kireçtaşları, çömlek ve cam üfleme atölyeleri ile üne sahip şehir, bölgesinin en büyük süt üreticisi al-Juneidi'ye de sahiptir. Dar, dolambaçlı sokakları, düz ve kumtaşı ile yapılmış evleri ve tarihî çarşılar bulunduran Eski Hebron Şehrini'de içinde bulundurur. Aynı zamanda şehir, Hebron Üniversitesi ve Filistin Politeknik Üniversitesi'ne de ev sahipliği yapmaktadır.

El-Halil, ad-Dhahiriya, Dura, Yatta kasabalarına ve birçok çevre köylere bağlıdır. El-Halil, 2010 yılı itibarıyla 600.364 nüfusu ile Filistin'in en büyük vilayetidir.

El-Halil

Kudüs’ün otuz beş kilometre güneyindeki şehirdir.

Resmi olarak Filistin Devleti’ne bağlı olan şehrin nüfusu yüz yirmi bin civarındadır ki, tamamı Filistinlidir.

Adındaki “el: belirlilik takısıyla” doğrudan Hz. İbrahim’e nispet edilir.

Hz. İbrahim’in Amori olduğu tahmin edilmektedir. Nitekim, Arabistan’dan gelerek, Mezopotamya, Suriye ve Filistin’de, Akadlarla son Ur Hanedanlığı’nın mülklerine hâkim olan Amorilerin (Arapların atalarının) dili Sami kökenlidir; İbrahim= Abram adı da bu dildendir.

Amoriler MÖ. 1600’lü yıllarda çökmeye başlar. Hz. İbrahim’in Harran’dan Birüssebi’ye gelişi ve bir süre sonra El-Halil’i mekân tutması da bu tarihlerdedir.

Her ne kadar George E. Mendenhall, Orta Tunç Çağı halk şarkılarında adının geçmemesinden dolayı varlığına bir soru işareti düşse de o gerçek tarihi bir kişiliktir (Bkz. Antik İsrail’in İnancı ve Tarihi, Çev. Mia Pelin Özdoğru, İnsan Yayınları, 2016).

Hz. İbrahim’in, Birüssebi’de kaç yıl kaldığını bilmiyoruz, çünkü onun Filistin’deki hikayesi El-Halil’e gelişiyle açılıyor.

Öte yandan, Kudüs isminin kitabi dinlere girişi de aynı tarihlerde başlıyor. Nebi(?) Hezekiel’in “Kudüs’ün babası Amori (Arap), anası da Hitit’tir” sözü sanki bunu ima ediyor.

Tevrat, Hz. İbrahim’in yirmi beş yaşında Harran’dan çıktığını söylüyor. Bu bilgiye itibar ettiğimizde, Hz. İsmail’in burada doğmuş olması gerekiyor.

Bu bilgiyi, devletlerinin yıkılışını takiben başka Amroilerin ana vatanlarına (Arabistan’a) dönmemiş olmalarıyla birlikte düşünürsek, Hz. İsmail’in annesiyle birlikte, babası tarafından Mekke’nin kurulacağı mekana bırakılması çok daha önemli hale geliyor.

Zira Hz. İbrahim, Hz. İsmail ile kendi kavminin ana vatanında yeniden dirilmesine vesile olurken, Hz. İbrahim’in milletinden olan Müslümanların Mekke’den gelip Kudüs’ü (dolayısıyla El-Halil’i) fethi de yine aynı bilgi üzerinden, nesiller boyu süren bir tür “eve dönüş” idealinin gerçekleşmesine dönüşüyor.

Hz. İsmail ilk oğul olduğuna göre, Hz. İshak (ve onun oğlu Hz. Yakup) da El-Halil’de doğdu demektir. Hz. İbrahim, Hz. İshak ile Hz. Yakup’un (eşleriyle birlikte) burada (Halilurrahman Camii’nde) medfun da olmaları nedeniyledir ki, İbranice (aynı anlamdaki) Hebron adıyla El-Halil, Yahudi kutsiyeti açısından Tiberya ve Safed şehirleriyle birlikte; Müslümanlar içinse tek başına Kudüs’e dahil ediliyor.

Memluklar zamanında Halilürrahman Camii’ne eklenen bir medrese ve bir şifahane ile sosyal açıdan da önemli bir şehir haline getirilen El-Halil’in hikayesi, 25 Şubat 1994 tarihinde, Amerikalı bir Yahudi’nin zikredilen mekanda namaz kılan Müslümanları tarayarak kırk sekiz kişiyi şehit etmesi başta gelmek üzere, bunun öncesinde ve sonrasındaki yüzlerce meşum olayla bugünkü sinsi işgale tabi esir bir şehir hikayesine bağlanıyor.

“Sinsi işgal” dedim. Birkaç gün önce, Parlamentolar Arası Kudüs Platformu, İstanbul’da, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da katılımıyla Kudüs ve Sürecin Problemleri adlı bir sempozyum gerçekleştirdi. Cumhurbaşkanı’nın konuşması dahil, orada dile getirilen hususların çoğu bu terime yaslanıyordu.

Biz de daha basit (ve elbette fiili) bir örnekle bunu şöyle açıklayabiliriz:

El-Halil daracık bir vadinin içinde yer almaktadır. Bu vadinin girişine İsrail, yerleşimci Yahudiler (Mustavtinin) için küçük bir mahalle kurmuştur. Bu mahalledekileri korumak adına tam teçhizatlı Yahudi askerleri yolu tutmuş, nerdeyse El-Halil’e uçan kuşları bile onlardan izin almadıkça uçurtmuyorlar.

Sinsi işgal bununla bitmiyor. İkinci bir güvenlik noktası da (şehirde sürekli devriye gezen Yahudi askerlerini bir yana bırakalım) tam Halilurrahman Camii’nin girişine kurulmuş. Camiye giren Müslümanlar, dönmeli çelik kapıdan ve hemen ardından x-ray cihazından geçmek zorunda bırakılırken, Yahudiler bu girişin yanı başındaki (Caminin yarısının işgal edilmesiyle oluşturulmuş) sinagoga, adeta Müslümanlara nanik yaparak, ellerini kollarını sallayarak giriyorlar.

Kağıt üstünde Filistin Devletine ait görünen El-Halil’in gerçek hikayesi böyle olunca, Kudüs’ün ve sinsi işgale tabi tutulan diğer şehirlerin durumunu siz düşünün.

Ama değil mi ki, hikayeler ancak tanıklık sayesinde, yani rivayetten, malumattan gerçeğe aktarıldıklarında güçlü birer ibret numunelerine dönüşürler ve bundan da sahih idraklere, kavi tutumlara erişilir.

Bu bakımdan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yukarıda zikrettiğim 20 Kasım tarihli sempozyumda Kudüs’ün ziyaret edilmesi konusundaki şu sözlerini, El-Halil’i de dahil ederek okumak gerekmektedir:

“Rabbimiz İsra suresinde Mescid-i Aksa’nın etrafını nurlandırdığını ve bereketlendirdiğini ifade ediyor. Peygamber Efendimiz de, hadisinde açık ve net bir şekilde ‘Yolculuk, 3 mescit için yapılır. Benim mescidim, Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksa.’ Böyle açık ve net bir şekilde yol göstermiş. Buna rağmen, Mescid-i Aksa’ya gitmemeyi yadırgıyorum.”

Ancak bu bilinç ve bu yaklaşım, esir şehir El-Halil’in hikayesini rivayet edileniyle ve gerçekliğiyle gündemimize almamıza, onun kurtarılması derdiyle dertlenmemize ve bu yönde çareler üretmemize sebep olabilir.

Kaynak: Ömer Lekesiz

Kudüs’ün Fatihi Selahaddin-i Eyyubi

Eyyûbîler Devletinin kurucusu. Künyesi, Melik Nâsır Ebû Muzaffer Yûsuf bin Eyyûb bin Şâdî’dir. 1137’de Tekrit’te doğdu. Babası Necmeddîn Eyyûb; Âzerbaycan’da Erivan’ın Devin kasabasındaki Hazbânî kabîlesine mensup olup, Büyük Selçuklu Sultânı Mes’ûd Şâhın Tekrit muhâfızıydı.

Selâhaddîn Eyyûbî’nin çocukluğu, babasının muhâfızlığını yaptığı Tekrit ve Baalbek’te geçti. Tekrit, Baalbek ve Şam’da yetişip, iyi bir tahsil ve terbiye gördü. Baalbek ve Şam’dayken, babasıyle berâber, Selçuklu atabeklerinden Nûreddîn Mahmûd Zengî’nin yanında Haçlılara karşı yapılan muhârebelere katıldı. Muhârebelerde cesâret ve yiğitliğiyle dikkat çekti. On yedi yaşındayken, Atabek Nûreddîn Mahmûd Zengî’nin sarayına alındı. Böylece devlet teşkilâtı ve idâresini de mükemmel bir şekilde öğrendi. Bu sırada babası Necmeddîn Şam, amcası Şirkûh da Humus vâliliğine getirilmişti.

Nûreddîn Zengî, 1162’de Mısır’la ilgilenmeye başladı. Komutanı Şirkûh’u Haçlılara karşı savaşması için Fâtımî halifesi El-Adid’in hizmetine verdi. Selâhaddîn’i de yardımcısı olarak onun yanına kattı. Sirkûh emrindeki askerler ve yeğeni Selâhaddîn’in yardımıyle Mısır’da kısa sürede sükûneti sağladı, isyan eden birlikleri bastırdı ve idâreyi eline geçirdi. 18 Ocak 1169 târihinde îdâm edilen vezir Şaver’in yerine Şirkûh Mısır-Fâtimî vezîri oldu. Ancak Şirkûh’un da çok geçmeden vefât etmesi üzerine Selâhaddîn Eyyûbî 26 Mart 1169’da Halîfe El-Adid tarafından amcasının yerine vezîr tâyin edildi. Böylece Selâhaddîn Eyyûbî bir taraftan Nûreddîn Zengî’nin ordu kumandanı, diğer taraftan Fâtımî vezîrioluyordu. Onun gerçekte emir aldığı makam ise Nûreddîn’di ve Fâtımî halifesine sâdece şeklen bağlıydı.

Selâhaddîn Eyyûbî bundan sonra icrâatlarında gâyet siyâsî hareket edip, devlet kadrolarına iş bilir ve kâbiliyetli memurlar tâyin etti. Saray, halk, kumandanlar, komşu ve İslâm devletleriyle münâsebetlerini gâyet iyi tutmaya çalıştı. Selâhaddîn Eyyûbî’nin icrâatları Mısırlı ve Sûdanlı Şiî askerlerin isyânına sebep olduysa da bastırıldı. Böylece Fâtımî sarayında idâreye tam mânâsıyla hâkim oldu.

Selâhaddîn Eyyûbî’nin Mısır’daki icrâatları, başta Papalık olmak üzere, Haçlıları telaşlandırdı. Selâhaddîn Eyyûbî’nin Fâtımî veziri olmasıyla, Müslümanlara karşı ittifâk sistemi bozulan Kudüs’teki Frank Haçlıları, Ortadoğu hâkimiyetlerini tehlikede gördüler. Selâhaddîn Eyyûbî’yi ortadan kaldırmak üzere Kudüs’teki Haçlılara Avrupa’dan ve Bizans’tan takviye kuvvetler geldi. Selâhaddîn Eyyûbî ise, Frank ve Haçlılarla âsî Mısırlılara karşı Selçuklu Atabeği Nûreddîn Mahmûd Zengî’den yardım istedi. 1170 yılında Mısır’a saldıran Haçlılara şiddetle karşı koyup, geri çekilmeye mecbur bıraktı. 1171’de, Kızıldeniz sâhilindeki liman şehri Eyle’yi fethetti.

Atabeg Nûreddîn Zengî’nin isteğiyle 1171’de, Cumâ Hutbesini, hasta Şiî Fâtımî Halîfesi Âbid adına değil de Bağdat’taki Abbâsî Halîfesi adına okuttu. Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin Mısır’da Abbâsî Halîfesi adına hutbe okutması, Müslümanları çok sevindirdi. 1171’de Fâtımî Halîfesi Âbid öldü. Bundan sonra Selâhaddîn Eyyûbî Mısır’da idâreyi bütünüyle ele aldı.

Abbâsî halîfesi, Atabeg Nûreddîn Zengî’ye kumandanlarından Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin muzafferiyetleri üzerine kıymetli hil’atler gönderdi.Nûreddîn Zengî de hil’atleri halîfenin elçilik heyetiyle berâber Selâhaddîn Eyyûbî’ye gönderdi.

Mısır’daki iktidâr değişikliği Haçlıların tekrar harekete geçmesine sebep oldu. 1173’te Sicilyalı Normanlar, kuvvetli bir donanmayla İskenderiyye’ye çıkarma yaptılar. Selâhaddîn Eyyûbî, Norman çıkarmasına karşı üç gün devâm eden şiddetli kara muhârebesi yaptı. Sâhile çıkan bütün Normanlar öldürülüp, pekçok ganîmet alındı.

1174 yılında Sultan Nûreddîn vefât etti ve Suriye’de iç karışıklıklar başladı. Bu durumdan istifâde etmek isteyen Kudüs Kralı, Humus’u kuşattı. Selâhaddîn, derhâl Humus önlerine geldiyse de Haçlılar şehri zaptetmişlerdi. Selâhaddîn Eyyûbî’nin başarılarını gören Abbâsî Halîfesi 1175’te saltanatını tasdik etti. Böylece 1169’da Fâtımî vezîri, 1171’de Mısır Hâkimi, 1175’te de istiklâlini îlân ederek Sultan ünvânını alan Selâhaddîn Eyyûbî, 1176’da şiî Fâtımîlerin bölgedeki son izlerini de ortadan kaldırdı.

Fâtımîlerin hâkim oldukları topraklarda kuvvetli bir idâre kurdu. Devlet teşkilâtı, memleket îmârı, mektep ve medrese tahsilinin üzerinde durarak, teşvik ve tatbikâtını yaptırdı. Sapık fikirleri kaldırıp, hak ve orta yol olan sünnîliği yaymaya başladı. İcraatlarında muvaffak oldu. Fâtımîlerin bölgeye yaydığı fikirlerin önüne geçip, Ehl-i sünnet îtikâdının yayılmasına hizmet etti. Kâhire Kalesinin inşâsını başlattı.

1177 Kasım’ında Haçlılara karşı Filistin Seferine çıktı. Gazze ve Askalan’ın askerî mevkilerini tahrip etti. Eyyûbî askerleri ganîmet için dağılınca, Haçlılar fırsatı değerlendirdiler. Kerek Kontu Renaud kumandasında toplanıp, Eyyûbî ordusuna büyük bir darbe vurup, Selâhaddîn Eyyûbî’yi öldürmek istediler. Selâhaddîn Eyyûbî, Haçlıların niyetini anlayıp, ordusunu topladı. 25 Ekim 1177 târihinde Remle’de Haçlılara kesin darbeyi indirdi. Ancak çok istediği hâlde Kudüs’ü alamadı. 1178 ve 1179’da Haçlılar üzerine harekâtını şiddetlendirdi. Eyyûbî kumandanları pekçok Haçlı reisini esir aldılar. Selâhaddîn Eyyûbî, 1179 yazında Şeria Nehri kıyısında Yâkûb Köprüsü yanındaki Haçlıların Yâkûb Geçidi Kalesini fethetti. 1180’de Haçlılar iki yıllığına mütâreke istedi. Kabul etti. Haçlılar mütârekeye uymadılar. Mısır’a giden kervanlara saldırdılar. Mısır’ın İslâm ülkeleriyle olan ticâretini engelleyip, Eyyûbîleri iktisâdî yönden çökertmek istediler.

Selâhaddîn Eyyûbî, Suriye’de de hâkimiyet kurmak için, 1183 yazında Haleb’i zaptetti. Elcezire’yi aldı. Eyyûbîlerin Suriye harekâtı Haçlıları telâşlandırdı. Eyyûbî hâkimiyeti sâhasında sıkışıp kalmak tehlikesinin önüne geçmek istediler. Trablus Kontu III. Raymond’un dört yıllık antlaşma isteğiyle mütâreke yapıldı. Haçlılar antlaşmaya yine uymadılar. Kerek Kalesi yakınından geçen büyük bir ticâret kervanına saldırdılar. Selâhaddîn Eyyûbî, Haçlılardan bu tecâvüzün ziyânını karşılamalarını ve tazminat vermelerini istedi. Kabûl etmemeleri üzerine, sefere çıkıp, 1180 Şubat’ında Kerek bölgesini zaptetti. Ticârî kervan tecâvüzünü Haçlılara fazlasıyla ödettirdi.

Selâhaddîn Eyyûbî, Ortadoğu’da çıbanbaşı olan Haçlıları bölgeden atmak için, 1180’de büyük bir faaliyet içine girdi. Mısır’dan kuvvet topladı. Suriye’den de asker toplanmasını istedi.Haçlılar meselenin ciddiyetini anlayıp, büyük ordu topladılar. Kudüs Kralı Guy, yirmi bin kişilik, diğer Haçlı kral, prens, kont ve kumandanları toplayabildikleri kuvvetleriyle Sefûriye’de mevzi aldılar. Selâhaddîn Eyyûbî, 1187 yazında Taberiye Gölü sâhiline geldi. 1187 Temmuz başında Taberiye şehrini fethetti. Kale’deki Haçlı kuvvetleri karşı koyup Eyyûbîleri susuz bırakarak güç duruma düşürmek istediler. Trablus Kralı Raymond’un, kalede müdâfaa isteği diğer Haçlılar tarafından Eyyûbîlerle ittifak etmekle suçlanmasına sebep oldu. Haçlılar, Selâhaddîn Eyyûbî’ye hücum etme kararı aldılar. Selâhaddîn Eyyûbî, Hattin’e gelen Haçlıları büyük bir bozguna uğrattı. Haçlı kral ve ileri gelen reislerinin çoğunu esir aldı. Yıllardan beri Müslümanlara çok zulmeden Haçlı kumandanlarını cezâlandırdı. Hattin Zaferi sonunda Akka, Nâsıra, Nablus, Hayfa, Cinin ve Arsuf şehirleri ele geçirildi. Bunları Tıbnîn, Sayda Cübeyl ve Beyrut’un fetihleri tâkip etti.

Selâhaddîn Eyyûbî, 1187 Temmuz’unda kazandığı Hattin zaferi sonunda, Filistin’deki fetihlere rağmen durmadı. İleri harekâta devam etti. Birinci Haçlı Seferi (1096-1099)nden beri Haçlıların işgâlindeki Kudüs şehrini hedef tâyin ederek, yola çıktı. 1187 Eylül’ünde Beytullah, Asariya ve Zeytindağı’nı zaptetti. Kudüs’e gelip, şehrin batısında karargâh kurdu. Haçlılar müdâfaayı bu istikâmette kuvvetlendirince, Kudüs’ün kuzeyinden de muhâsarayı başlattı. Mancınık kullandı. Eyyûbîlerin muhâsarasına dayanamayan Haçlılar, 1187 Eylül ayı sonunda teslim oldu. Selâhaddîn Eyyûbî, mübârek Kudüs şehrini teslim alınca; Birinci Haçlı Seferi sonunda, Haçlıların Müslümanları câmilerde genç, ihtiyar, çocuk, kadın, erkek ayırt etmeksizin öldürüp, sokaklardan akan kan, atların karnına yükseldiği gibi, hunharca katliam yaptırmadı. Zengin Haçlıları ve Hıristiyanları kurtuluş akçesiyle serbest bırakıp, fakirlerini affetti. Kudüs’te kalmak isteyenlere de cizye ödemek şartıyla müsâade etti. Kudüs’ün 89 yıl sonra tekrar Müslümanların eline geçmesi, İslâm âlemini çok sevindirdi. Selâhaddîn Eyyûbî’nin, zaferine İslâm memleketlerinde şükran ifâdesi olarak dînî merâsimler yapıldı. Bütün Müslümanların gönlünde taht kurdu. Haçlıların tahrip ettiği şehri, yeniden îmâr etmeye başladı. Kudüs’ün mübârek makamları, evler ve Mescid-i Aksâ ile Kubbetü’s-Sahra’yı tâmir ettirdi. Şehirde hastâne, mektep ve medreseyle sosyal tesisler yaptırdı. Eyyûbî emirleri de Kudüs’te pekçok sosyal tesisler ve nâdide binâlar inşâ ettirip, şehri îmâr ettiler. Haçlı katliam ve tahribatının izlerini silmeye çalıştılar. 1188 yazında Lâzkiye, Cebele ve Busra’yı zaptetti. Antakya’yı kuşattıysa da kralı mütâreke istedi. Mütârekeyi kabul ederek, 1189 yılının Ocak ayı ortasına kadar Safed, Kevkeb, Kerek ve Şevbek’i fethetti.

Selâhaddîn Eyyûbî’nin Haçlılara karşı mücâdelesi sonunda, Kudüs elden çıkınca, Papalığın propagandasıyla Avrupa kıtası ve Hıristiyan âleminde Müslümanlar üzerine sefer hazırlığı başladı. Papa III. Clemens’in teşvikiyle Fransa, İngiltere kralları ile Almanya imparatoru kumandasında Eyyûbîler üzerine Üçüncü Haçlı Seferi (1189-1192) yapıldı. Fransa Kralı Filip Ogüst ve İngiltere Kralı Arslan Yürekli Rişar deniz yoluyla Filistin’e sâhilden gelip, Sur’da karaya çıktılar. Selâhaddîn Eyyûbî’nin Kudüs fethinden sonra, serbest bıraktığı Haçlı kumandanları ihânet etti. Fransa ve İngiliz kralının kumandasındaki Haçlı kuvvetlerine kılavuzluk ederek, devrin en meşhur askerî harekâtlarından olan Akka Muhâsarasını başlattılar. Akka Muhâsarası karadan ve denizden devam etti. Eyyûbîler karadan Haçlıları çok zor durumlara düşürüyorlarsa da deniz yoluyla Avrupa’dan devamlı yardım almaları onların dayanmalarını uzatıyordu. Akka Muhâsarası, 1191 yazına kadar devam etti. Antlaşma müzakereleri devam ederken Haçlılar üç bin kişi katlettiler. Kudüs’ün teslimini istediler. Selâhaddîn Eyyûbî’nin cesurâne ve kahramanca mücâdelesi Haçlıları akıl almaz icraatların içine düşürdü. İngiltere Kralı Arslan Yürekli Rişar, kızını Kudüs Hâkimi Âdil’e, onun oğlu Melik Kâmil’e de şövalyelik pâyesi verdi. Selâhaddîn Eyyûbî, bütün Avrupa’nın ve Hıristiyan âlemin seferber edilerek toplandığı orduya, 1192 Kasımına kadar devam eden uzun muhârebelerle karşı koydu. İngiliz Kralı Arslan Yürekli Rişar, Eyyûbîlere esir düştü. Selâhaddîn Eyyûbî, Hıristiyanlara karşı büyük bir âlicenaplık gösterdi. Arslan Yürekli Rişar’ı serbest bıraktı. Hıristiyanların mübârek makamları ziyâretine müsâade etti. Hıristiyan âlemin bütün imkânlarını seferber ederek hazırladığı Üçüncü Haçlı Seferi, dördüncü yılın sonunda, hezimetle neticelenip, geri döndüler. Selâhaddîn Eyyûbî, Üçüncü Haçlı Seferi sonunda, Filistin’deki hâkimiyetini kuvvetlendirdi. Kudüs’ü tahkim ettirip, Suriye’ye gitti.

Selâhaddîn Eyyûbî, 1193 kışı Şubat’ında hastalandı. On dört gün hasta yattı. 4 Mart 1193 târihinde-56 yaşında- Şam’da vefât etti. Kabri Şam’da Medresetü’l-Aziziye’dedir.

Yirmi beş senelik vezirlik ve sultanlık hayâtı, hep İslâmiyete hizmetle geçmiştir. Târihte pek nâdir yetişen şahsiyetlerden biriydi.

Sultan Selâhaddîn, ilme çok değer verir, âlimleri himâye ederdi. Yüksek insânî meziyetlere sâhip, iyi huylu, cömerd, âdil, kültürlü ve müsâmahakâr bir hükümdârdı. Ülkesine her taraftan, ilim sâhipleri gelir, verdikleri derslerle insanlara hizmet ederlerdi. Onun zamânında Şam medreselerinde ders veren altı yüzden fazla fakih (fıkıh, din, şeriat ilminin üstâdı) vardı. Tabipler, edebiyâtçılar, şâirler, matematikçiler, kimyâgerler, mîmârlar ve diğer ilim sâhipleri memleketin gelişmesi için canla başla çalışırlardı.

Selâhaddîn Eyyûbî, komutan ve memurlarıyla bir arkadaş gibi samîmî olarak konuşur, yumuşaklıkla muâmele ederdi. Bundan dolayı herkes, fikrini ve arzusunu çekinmeden söylerdi. Zamânında yetişen âlimlerden İmâdüddîn el-Kâtib onun hakkında şöyle demektedir:

“Sultan ile oturan bir kimse, onunla oturduğunun farkına varmaz, bir arkadaşıyla oturuyor zannederdi. Anlayışlı, dînine bağlı, temiz, hatâları affeder, kusûrları görmemezlikten gelir ve kızmazdı. Asık suratlı durmaz, dâimâ tebessüm eder vaziyette olurdu. Bir şey isteyeni, boş çevirdiği görülmezdi. Herkese çok nâzik davranır, kimseye kaba hareketlerde bulunmazdı. Söz verdiği zaman yerine getirirdi.”

Abdüllatîf el-Bağdâdî’nin de onun hakkındaki sözleri şöyledir: “Selâhaddîn-i Eyyûbî’yi heybetli bir kimse olarak gördüm. Sözleri, kalplere tesir ediciydi. Yanına ilk girdiğim gece, meclisini âlimlerle dolu gördüm. Her biri çeşitli ilimlerden konuşuyorlardı. Sultan’ın yakınları, onu kendilerine örnek alıyorlar, iyilikte yarış ediyorlardı. Müslüman olsun, kafir olsun herkes Sultan’ı çok seviyordu. Onun ölümüyle, insanlar hakîkî bir babayı kaybettiler, ölümüne üzülmeyen kimse kalmadı.”

Selâhaddîn-i Eyyûbî, düşmana karşı da İslâmiyetin adâlet ve ihsân kurallarından hiçbir zaman ayrılmazdı. Haçlılar esir Müslümanları kılıçtan geçirdiği zaman, elindeki Hıristiyan esirlere, İslâmiyetin emrettiği şekilde güzel muâmelede bulundu. Hiçbir zaman onlar gibi yapmadı.

Ilık su istediği hizmetçisinin önce kaynar, sonra da buz gibi soğuk su getirmesi karşısında bile onu azarlamayıp; “Sübhânallah! İstediğimiz gibi bir su dahi içemeyeceğiz.” demekle yetindi.

Mısır ve Kudüs’ü fethedip, hazînelere sâhip olduğu hâlde, ömrü boyunca bir asker gibi yaşadı. Lüzumsuz hiçbir şeye harcama yapmayıp, parayı zarûrî ihtiyaçlara ve askerî malzemelere sarf etti. Öldüğü zaman cebinden bir altın ile birkaç gümüş para çıktı. Çok cömertti. Akka Muhâsarası için geldiğinde, on binden ziyâde atını askerlerine dağıttı ve binecek bir ata muhtâç kaldı.

Çok cesûrdu. Baştan başa çelik zırhlarla kaplı olan Haçlıları, göğsü açık, îmânlı bir grup askeriyle perişan ederdi. Hattâ bir defâsında da “Et iken demirle çarpışıyoruz, yüz olursak, karşımıza bin düşman çıkıyor, kaleler ateş saçıyor, denizler düşman kusuyor.” demekten kendini alamadı. Yaptığı bütün harplerde, askerlerinin sayısı, düşmandan dâimâ azdı. Bütün muhârebelerini, İslâmiyeti yüceltmek ve Müslümanları Haçlıların zulmünden korumak, devletini düşman çizmesinden muhâfaza etmek için yaptı.

İlme ve ilim sâhiplerine çok ehemmiyet veren Selâhaddîn Eyyûbî, Mısır Sultânı olunca, Şâfiî, Mâlikî, Hanefî ve Hanbelî mezheplerine göre tedrisat yapan medreseler yaptırdı. Kâhire, Şam, İskenderiyye gibi şehirler birer ilim merkezi oldu. Kendisinden önce yapılan pekçok câmiyi tâmir ettirdi. Haçlılar tarafından saray hâline getirilen Mescid-i Aksâ’yı yeniden câmi hâline getirdi. Mihrâbını ve birçok kısımlarını mermer ve mozaiklerle kaplattı. Sultan Nûreddîn’in Halep’te inşâ ettirdiği meşhur Âgah Minberini de getirtip, câmiye yerleştirdi.


AYNUR KARABULUT

KUDÜS GEZİ NOTLARI

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

47 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page