top of page
Ara
  • Yazarın fotoğrafıAynur Karabulut

İnsanın Kendisi Kendisine Kalemdir!..

Güncelleme tarihi: 2 May 2019

Biraz doktor, biraz hoca… Yaralı yanlarını iyileştirirken yüreğimize dokunmayı başaran, gerçek hekimliğin peşinden giden, ruhları ve yürekleri iyileştirmeye yönelen Senai Demirci ile kitapların arasında, taze çay kokuları eşliğinde, içeriden ve içten bir söyleşi yaptık. Sizin de keyifle okuyacağınızı düşünüyoruz…


Bizim bildiğimizin dışında, gerçekte Senai Demirci kimdir?

İçinde çocuk ruhu taşıyan bir gariban. Henüz büyüyünce ne olacağına karar verememiş; her zaman saflığı ve duruluğu arayan; herkesin gündemi ile değil, kendi gündemi ile meşgul olmaya çalışan; bir şey söyleyip ya da yazarsa bunu gündelik telâşlar içerisinde değil, belki yüz yıl sonra da okunabilir durulukta ilkesel olmasını önceleyen bir adam.

Ben de yaralı, zaafları olan bir adamım. Acılarım, hüzünlerim var. Annesiz büyüdüm. Bu yüzden hem hassas olduğum, hem korktuğum, hem de hüzünlendiğim konular var. Bunlardan kaynaklı zaaflarım var. Dolayısıyla tamamlanmamış bir adam var karşınızda. Eksiği, kusuru ile…

Beni, aldığım tıp eğitimden ötürü biraz doktor biraz hoca biliyorlar. Birçok kişi ilahiyatçı diyor. Olsam olsam yarım hatta çeyrek hocayımdır. Gerçi sonra tam hoca olmamanın daha anlamlı olduğunu gördüm. Allah bizi tam hocalardan korusun diye dua ediyorum. Çünkü insanlar, her şeyi bilen hocalardan çok çekiyor, bilhassa gençlerimiz.

Ama hakikatin bize şunu borçlandırdığını çok iyi biliyorum. Cibril Hadisi’ne göre dinin en az çeyreği, ben bilmiyorum demektir. Peygamberimiz bize bunu öğretiyor.

Bakara Suresinin insanlık tarihini başlatan diyaloğuna göre melekler, Adem Aleyhisselâmı gördüklerinde ‘Sübhâneke lâ ilmen lenâ’ yani ‘Biz bilmeyiz’ diyorlar. Buradan aldığım dersle, ben de bilmemeyi, yaralı olmayı, eksik olmayı önceleyen; bunu olduğu gibi kabul eden bir adam olmaya çalışıyorum.


Size ‘Kalbe dokunan yazar’ diyorlar. Doğruymuş…. Aynı ‘açı’dan baktığında değil. Aynı ‘acı’dan baktığında anlaşırlar derler. Yazdıkça yaralı tarafınız iyileşiyor mu? Yazmak yaralarınıza iyi geliyor mu?

İyileştiriyor gerçekten. Ben kendimi ifade etme, acımı paylaşma, ona dokunma ihtiyacı hissediyorum. Tıp fakültesi okurken, bir taraftan da yazarlık yapıyordum. Amatör elbette. Fakülteyi bitirdikten sonra, daha çok para kazandıran, daha korunaklı olan devlet memurluğu yapma şansım vardı. Baktım ki çok da o mesleğin peşinde değilmişim. Tam o sırada öğrencilik yıllarında yazdığım yazılarımın olduğu kitap karşımda durunca benim ayarlarım bozuldu. Asıl işimin yazarlık olduğunu fark ettim.

Öğrencilik yıllarımdan bir hatıram aklıma geldi. 1986 yahut 87 olması lazım. Birazcık param vardı, birazı burstan, birazı da babamın gönderdiği harçlıktan. Kadıköy’de dolaşıyorum. Tıp fakültesi 3. Sınıf öğrencisiyim. En iyi markadan bir stetoskop mu alsam, yoksa daktilo mu?

Giderken şöyle bir felsefi kriz yaşadım. Risale-i Nur’da peygamberler anlatılırken, her peygamberin bir mesleğinin revaçta olduğunu ve o peygamberin zamanında ortaya çıkan mucizelerin o meslek üzerinden geldiğini anlatır. İsa Aleyhisselâm zamanında tababet revaçtadır. Hazreti İsa’nın da temel mucizesi tıp üzerindendir.. Peygamberimiz zamanında ise söz ve belagat revaçtadır.

O an dedim ki ya şimdi hangisi daha revaçta? Biraz daha yürüdükten sonra Kadıköy’de meşhur bir kırtasiyecinin önünde, muhteşem güzellikte bir daktilo gördüm. Ona almak için kaparomu verdim. Meğer ben o gün kararımı vermiştim. O sözümde durdum; yazar olmayı önceledim. Ki bunun bir tür dertlere deva olmak anlamında bir hekimlik olduğunu düşünüyorum.


Kalbe dokunmayı nasıl başarıyorsunuz? Veya siz aslında kendi kalbinize dokununca bize mi geçiyor?

Yeterince içimize eğilebildiğimizde hepimizin altyapısında, derinlerinde akan ortak bir nehrimiz vardır. Ben oraya eğildiğimde bütün düşüncelerden uzak, kınanma korkularını unutarak, kınama hevesinden vazgeçerek, oraya dokunabildiğimde onu hissediyorum. Yazı ile aramda sanki gizli bir sözleşme var; saklanıyormuş da birden sobelemiş gibi oluyorum onu. Yeni bir şeyi icat etmiyorum aslında, hep var olanın üzerindeki örtüyü kaldırıyorum. Daha yazıya ilk başladığımızda, ilk kelimeyi bulduğumuzda beraber yörüngeye giriyoruz. Sonrasında yazı, kendisini yazdırıyor sanki. Sonra okuyucudan şu cevabı alıyorum: ‘Hocam tamda benim söylemek istediklerimi söylemişsiniz.’

Diyorum ki; aslında hepimizin derinliklerinde geçen bir nehir, bir şırıltı var. Ortak ses bu, ben cesaret edip sizden önce eğildim ve duydum. Duyduğum ses size ait bir ses. Bu yüzden size yabancı gelmiyor. O yüzden kalbinize dokunuyor. Ben, kalbime dokunmayan yazılar yazmamaya çalışıyorum. Beni şaşırtmayan, terletmeyen yazılardan, hele de çok kolay yazdıysam, işkilleniyorum. Bu yazı olmadı diyorum.

Bir keresinde, çok zor bir zamanımda bir yazı yazdım. Yazı yazmak için de yazmadım. Kendime bir şeyler söyleme ihtiyacım vardı; kendime konuştum. Mırıldandım içime doğru. Öyle bir hâlet-i ruhiyedeydim. Olmak ile olmamak, ölmek ve kalmak benim için eşitti. Ama yazı da yazmak zorundayım. Bilgisayarı açtım. Kendime hitap ederek yazıyorum. Kendime söylüyorum, itiraz ediyorum, o itiraza cevap veriyorum. Müthiş derinleştiğim bir yazı. Bir Cuma günü, Cumayı kıldım. Yazı değil çünkü çok özel, kendime çok mahrem bir yazı olarak görüyorum. Sonra kendime sordum ‘Niye göndermeyeyim?’ Biraz toparladım, tashih edip gönderdim. Yazı yayımlandı. Aradan iki-üç ay geçti. Bir gün bir söyleşi sonrası yanıma kalabalığın içinden biri geldi. ‘Hocam sizinle özel bir şey konuşmak istiyorum’ dedi. ‘Sizin bir yazınız var, ben o yazıyı okuduktan sonra neredeyse intiharın eşiğinden döndüm’ dedi. Tahmin ettim. Geçenlerde yine instagramdan bir mail aldım. Enerjimin, gücümün bittiği anda sizin ‘La Tahzen’ şiirinizi dinledim, yazıyor. Bütün bunlar bana şunu gösterdi. Bazen Allah, birimizi yakıyor öbürleri aydınlansın diye.

Son beş altı yıldır terapist olarak çalışıyorum. Galiba büyüyünce ne olacağıma son aylarda karar verdim. Ben terapist olmalıymışım. Tabii, her terapistin bir süpervizöre ihtiyacı vardır. Kendi acılarımız ile yüzleşirken, başkalarının acılarını ağırlarken sizde acı çekiyorsunuz. Dolayısıyla sizin de üzerinizde bir süpervizyon olması gerekiyor. Zaman zaman bunu yapar arkadaşlar. Sonra bütün yazdıklarıma baktım. Terapi hocamız, “sen süpervizyonunu almışsın, kendini yeterince hırpalamışsın” dedi.

Terapiyi şöyle tarif ederler. Her insanın içinde, kendisine sakladığı ve kendisinden de sakladığı sırları var. Ayet, sır ve ahfâ diyor. Sır kendimize sakladığımız, ahfâ kendimizden sakladığımız olmalı diye düşünüyorum.

Kendimizden sakladığımız o sırrın, sırını unuttuğumuz, söylemediğimiz o ahfanın sesini içimizde bulduğumuzda iyileşmeye başlıyoruz. İyi bir terapistin de danışanına yapacağı en büyük iyilik budur. Bir cümleyi ona kurdurup, ona fark ettirdiğinde, içinde uyuttuğu, susturduğu bir sesi duyduğunda iyileşir insan. Kelimelere tutunur.


Kalem çok önemli. Sizin kaleminiz size, hikayeniz bize dokunuyor…

Alak Suresi’nde Rabbimiz “Kalem ile öğretti” derken biz fiziksel kalemi algılıyoruz. Oysa ki insanın kendisi, kendisine kalemdir. Kalemin içerisinde mürekkep vardır. Ucu sivridir. Dokunduğu yerde yara açtığı için de kalemdir. Kalem yaralayan demektir.

Çekin yeryüzünden insanı, yeryüzünde hiçbir yara olmaz. Her yer balta girmemiş orman gibi olur. Peki ya anlam olur mu? Soru işareti olur mu? Ses çıkar mı? İnsan kendisi yaralanabilir, yaralayabilir olduğu için kalemdir. İnsandan duyguyu çekersek insan robotlaşıyor. İnsanı âlemden çekersek eşya sessizleşiyor, yabancılaşıyor, yalnızlaşıyor.. Bir şeyin bizi yaralayabilir olmasına izin vermemiz gerekiyor. Bu izin de acz ve fakrdan başlar. Ben acizim, ben fakirim. Acizim kendi engellerime, kendime karşı koyamam. Fakirim, kendi ihtiyaçlarımı kendim karşılayamam.

Bunlar insanın yeryüzündeki varlığını tarif eden iki temel kelimedir. Bir insan, kendi kendini bir andan bir sonraki ana taşıyamayacak kadar acizdir. Bir insan verdiği bir nefesi alamayacak kadar fakirdir. Bu da bizim temel gerçekliğimizdir. Bunu fark ettiğimizde varoluşla empati kurmaya başlıyorsun, bir şefkat yürüyor insanın içinde. Her şeyin şeffaf bir merhamet atmosferinde nefeslendiğini fark ediyorsun. Böylece tefekkür başlıyor; olmadığın yerlerde olan Bir’ini, erişemediğin yüzlere bakan bir Bir’ini keşfetmeye başlıyorsun.


Bunu kabul ettiğimizde aslında birçok şeyi de çözüyoruz. Peki bu kabulleniş nasıl bir evredir?

Bu Bismillâh’ın olma karşılığıdır. Bir andan, bir sonraki âna Allah’ın izniyle geçiyorum, verdiğim nefesi Allah verdirip aldırıyor. Nefesimle benim aramda Allah var. Bir andan diğer âna geçişte aramda Allah var. Bismillâh, bir insanın tevazu kodudur. Tevazu, kendini olması gereken yere koymaktır. Tevazu gösterilmez. Mütevazı olunur. Sen kendini andan bir sonraki ana taşıyamayacak kadar aciz, verdiğin nefesi tekrar alamayacak kadar fakir, alsan bile sana bırakılsa değerlendiremeyecek kadar fakirsin. Bu durumda olman gereken yer her defasında Allah’ın iznidir. Çünkü sana ait olmayan bir alanda varsın, sana ait olmayan, senin erişemeyeceğin, yetişemeyeceğin, senin gücünün yetmeyeceği şeyler alıyorsun ve istiyorsundur.


İzin verildikçe oluşuyor aslında her şey…

Biz Bismillâh’ı sadece demekle yükümlüyüz zannediyoruz. Her demenin bir olma karşılığı olduğu gibi, Bismillah’ın da bir olma karşılığı vardır. “Allah’ın adıyla hareket ediyorum…” demenin bir gerekçesi ve bir de sonucu olmalı değil mi? Bakın kedilerin ağzında miyav sesi vardır. Çok iyi miyavlamak adamı kedi yapar mı? Yapmaz. Miyav sesinin karşılığı kedi olmaktır.

Bismillâh sesinin karşılığı da mütevazı olmaktır. Aciz, kusurlu, eksik, noksan, yaralı olduğunu anladığında kendini kasmazsın. Çünkü bir insanı en çok yoran şey, kendisinin olamayacağı yerde kendisini varsaymaktır.

Nasıl yapacaksın ki? Kendi ihtiyacını kendin nasıl karşılayacaksın. Kendi engellerini kendin aradan nasıl kaldırabilirsin? Bu durumda kasıyorsun. Kendine yük olmayan şeyleri yük ediniyorsun. Mağrurluk budur aslında.

Gurur Kurâni bir kelimedir. İnsanın kendi gerçekliği hakkındaki aldanışıdır. Peki mağrur muyuz? Mütevazı mıyız? O yüzden temel varoluşsal sorunumuz budur. Kendi gerçekliğini kabul ediyor musun, etmiyor musun?

Ben kendi ihtiyaçlarımı karşılarım. Haydi buyur. Verdiğin nefesi al bakalım. Aldığını ver bakalım. Kendini bir andan bir sonraki ânâ taşıyabilmen için bile trilyonlarca hücre bilgisine ihtiyacın var.



Bu durumda sen kimsin, sen nesin, sen ne olmaya çalışıyorsun diyesi geliyor insanın.

Gençlerle konuşurken şöyle diyorum. Ben 56 yaşındayım çocuklar. 56 yıllık bir projeyim. Proje ben’im, ama proje benim değil. Projenin sahibi ben değilim. Bu, her şeyi açıklıyor. Kasmana gerek yok kendini. Bizdeki o “ben” deme emanetini her şeyi, zaten bir sınama haline getiriyor. “Ben” diyebilme yetkisi olan tek canlı biziz.

Ben diyebilmek Allâh’a ait bir özelliktir. Ve Allah bize kendisine ait bir özellikten pay veriyor. Bu da bizi Allah muhafaza tanrılaşmaya kadar götürebiliyor. O yüzden Allah, sürekli firavundan bahsediyor. Niye bahsediyor? Bak sana verdiğim emanet seni firavun yapabilecek potansiyeldedir. “Aman dikkat!” diyor.

Firavunu Allah niye zikrediyor. Firavun bir arketiptir, bir ilk-örnektir. O işi “ben sizin yüce rabbinizim” demeye kadar götürdüğüne göre; Senai, Aynur sende götürebilirsin, dikkat et diyor. Bizi bizden kolluyor. Allah şaheserini şaheserine zimmetlerken onu ondan koruyor. Ben istesem kendimi uçuruma atabiliyorum. Ama sahibim benim selâmetimi benim kendimi koruduğumdan, öncelediğimden daha çok koruyup önceliyor.

Siz hekim olmaya karar verdiniz. Görünen yaralara dokunup iyileştirebileceksiniz. Ama siz hekimliğinizi görünmeyen yaraları iyileştirme üzerine kulandınız. Yazarlık tercihinizi yaparken, kararını verirken bunu o anda düşündünüz mü? İçinizde saklı kalan kısmında bu hep var mıydı? Daktilo alma kararı ile mi çıktı? İki yönünüz var. Görünen yaraya değil de görünmeyene odaklandınız. Ruhu ve kalbi iyileştirdiğinizde zaten yara çıkmayacak insanoğlunda diye düşünüyorum. Bunu nasıl değerlendirirsiniz?

Ben bunu o zaman düşünmüş olduğumu sanmıyorum. Ama bazen hekimliği bıraktınız, neden bıraktınız, diyorlar.

Hekimlik yapmak sadece; tansiyon bakmak, şeker ölçmek değildir. Hekimliğe devam ediyorum. Hekim zaten hikmetli konuşan, hikmetli söz söyleyen demektir. Tıp fakültesini bitirdiğimde bir şaşkınlık yaşadım. Ne olacak şimdi dedim. Uzman olmam lazım. Hiçbir uzmanlık alanını, kendim için, gece gündüz adamaya değer görmedim. Bıraktım. Ben niye okumuşum, dediğim andı o an. Sonra fark ettim. Doğru ya, ben yazarım dedim. Biraz daha gariban kalırız, ama buna ağırlık verelim dedim.

Aslında hekimlik bu şekilde de var. Derde deva şeyler yaptığınızda tıbbın hakkını veriyorsunuz. “Tıbb-ı Nebevi”yi, peygamberimizin tababetini yani, ben bizim varlığımızı anlamlandırmasıyla tarif ediyorum.


Anladığım kadarıyla dinin anlatım üslubuyla başınız dertte… Buna dair bir hatıranız vardı?

Yazık ki hatıra olarak kalmadı. Aynı dert güncel ve hâlâ devam ediyor. Hatırama gelince. Onüç-14 yaşlarında iken herkese söylemediğim bir şikâyetim vardı. Etrafımdaki herkes namaz kılmamı söylüyordu. Yaşıtlarım da kılıyordu itirazsız. Fakat benim, niye kılmalıyız, diye bir sorum vardı. Hatta bu soruyu kendime bile soramıyordum. Utanıyordum çünkü. Peki “niye namaz?” deyince, elimize bir namaz hocası kitabı verilirdi. Nasıl eğilir, nasıl okunur, nasıl kılınır diye. Korkunç bir boşlukta hissetim kendimi.

Sorabildiğim kişiler de en fazla ‘Farz ondan’ diyor. Ama niye farz, ondan soruyorum ben de. O günlerde bana namazı varoluşsal düzlemden bir açıklaması, bir nedeni olmalı diye açıklayan birini bulamadım. Tâ ki din bilgisi hocamızın evinde, din kitabından açtığı bir sayfada şu cümleyi okuyana kadar: ‘Namaz kılmak iyidir, iyidir de her gün beşer defa kılmak bitmediğinden usanç veriyor.’ (Said Nursi’nindir bu cümle. Yirmi birinci Söz’ü böyle başlar. )Nasıl yani? Din bilgisi öğretmeninin elinde, görünüşe göre bir din kitabının içinde bu soruyu benim bile soramayacağım küstahlıkta, çıplak olarak duydum. Bu benim sorumdu. Ama hâlâ ön yargılıyım ve şöyle bir cevap bekliyorum. Tabi ki kılacağız seni serseri, diye bir üslup bekliyorum. Hayır öyle yapmadı yazar. Dedi ki ben de kendi nefsimden aynı sesleri duyuyorum. O da bana aynı şeyleri söylüyor. İlk defa dine ait bir konuyu var oluşumla, insan olan parçamla seslendiren bir ses duydum. Bu, benimle aynı dili konuşan bir sesti Bir empatiydi bu. Yazar dedi ki; ben kendi kendime konuşayım, kendi kendimi ikna edeyim. Sen de yan taraftan dinle.

Bu üslûp aslında her şeyi değiştiriyor. Sonra 40 yaşlarındaydım, benim 14 yaşında aradığım namaz kitabını, benim gibi 14 yaşında olanlar için yazdım. Meşhur Kıl Beni Ey Namaz’öyle çıktı. Bütün acıları hissederek yazdım.

Şöyle bir görevim var, diye düşündüm. İlahiyat ve diyanet dili insanın varoluşsal sancılarını ciddiye almadan konuşan; çoğu kez anlayışsız duran, bizi peşinen Müslüman varsayan, acılarımızın, sancılarımızın olabileceğine ihtimal vermeyen düz ve otoriter bir dil. Ama beni insan yanımla kucaklayan bir dile ihtiyacım var; şimdiki gençlerin de öyle. Onlara dine dair bilgiler vermekle, ezberlerini genişletmekle iyilik edemiyoruz. Onların kırılgan yanlarını dikkate almamız gerek.



Gençlerle görüştüğünüz oluyor mu?

Elbette, bir çoğu benim gençliğimde çektiğim sancılarla geliyor. Onlarca danışanım var. Dindar ailelerin inanç problemi olan çocukları ile ilgilenmeye başladım. Terapideki meşguliyetim oraya aktı. Çünkü onlar benim 14 yaşımda yaşadığım krizi çok daha bariz yaşıyorlar. İfade edemiyorlar. Benim zamanımda sadece bilgisizlik vardı; bir kaynak bulamıyordum. Şimdi ise fazlasıyla sahte bilgi var; kof gürültü var, sığ görüntü var. Gerçeği, sahtesiyle kuşatmışlar; bu daha zor bir durum. “Benim oğlum çok şeytani sorular soruyor” diyor ebeveynler. Oysa şeytani değil o sorular; onlara şeytani geliyor. Kendileri o soruları sormadan inandığı için, o soruları soran biri onlara dehşetli geliyor. “Bakın,” diyorum onlara, “çocuğunuz iman etmek istiyor. Bunlar iman etmenin sancıları. Bu sorunun şeytan ile hiçbir alakası yok. Bu soruyu şeytani gösteren şeytanın ta kendisidir. Tabii ki bu soruyu soracak.”

Ama genel geçer müfredatına bakarsan, Kur’ân’ın ilk dörtte üçü yoktur. Vahyin ilk dörtte üçü bizi varoluşsal düzlemden ayağa kaldırır. Bizim insani sancılarımızı bize göstererek bizi bize anlatır. Yani Kuran, bize Allah’ı anlatmıyor; bize bizi anlatıyor. Bizi bizimle tanıştırıyor. Kendisi ile tanışan zaten Rabbi ile tanışır. Bu varoluşsal sancılar, tv hocalarının ve youtube vaizlerinin gündeminde yok. Hem bunlarla polemik yapamazsınız, dolayısyıla reyting alamazsınız, para kazanamaz ve kazandıramazsınız.


Nefsini bilen Rabbini bilir ne demek?

Senin nefsin yani kendiliğin, Rabbini sana anlatan bir harita gibidir, bir tür navigasyondur. Bizim müfredatımız Allah’ı tanımlamaya kalkar “Say bakalım sıfat-ı subutiyeyi” diye başlar din eğitimi. “Allah’ın temel özellikleri” demeye gelir sıfat-ı subutiye. Haşâ Allah nesne ve sen onu tanımlıyorsun gibidir bu. Bunu bir çocuğa 11 yaşındayken soruyorsun. “Sem’” “Kelam” “Basar” diye saymak zorundadır çocuk. Tuhaf ve anlamadığı kelimeler. Oysa Allah işitir olduğunu anlatmak için o çocuğa iki kulak, sonsuz bir farkındalık, muhteşem sesler ve eşsiz ahenkler yaratır. Oysa Allah “görür” olduğunu anlatmak için yatırım yapar insana. İki göz verir, retina koyar ardına, renkleri yaratır, ışığı gönderir, bunların ahengini fark edecek bir akıl verir. Bir çocuğun işiten ve gören bir Allah’ı tanıması için işitmek ve görmek gibi eşsiz bir laboratuvarı var. O halde çocuğu “sem” ve “basar” gibi kelimeleri ezberletmek yerine, ne kadar hoş duyduğunu, ne kadar güzel gördüğünü anlatmalıyız. Bu ise çocuğu Allah’la tanışmaya götürür. Kuran’ın müfredatı Allah’ı tanımlamak değil Allah’la tanışmaktır. Tanışmak, iki özne arasında olur.

Bu tanışmayı doğru yapamadığımız için, tanışma için elimizdeki kaynakları yok saydığımız için, kaybediyoruz. İnsanların temel meselesi bu değil midir? O yaşlarda bu tanışmayı sağlam yapamadığımız için merhamet, vicdan eksikliği çekiyoruz. Birçok şeyi üst üste koyup, varlığımızı anlamlandırmak yerine, dayatan, insani zaafları yok sayan yanlış bir din anlayışıyla baş başa kalıyoruz kendimizi kaybediyoruz. Ve kendimiz kaybettiğimizde Allah’ı da kaybediyoruz. Ve kaybettiğimizi bulamayınca da zalimleşiyor gibi geliyor bana. Dini bir sorumluluk olarak değil, bir taraftarlık olarak görmeye başlıyoruz.

Dinsiz olsak arayacağız. Allah’sız olduğumuzu düşünsek Allah ile tanışmak isteyeceğiz. Ama biz bulduğumuz bir şey ile o kadar meşgulüz ve onunla o kadar oyalanıyoruz ki. En kötüsü de bu: Bulduğumuz şey ile asıl aramamız gerekeni arayamıyoruz. Çünkü aratmıyor. İnsan yanımıza dokunmayan bir din, din değildir. Zaaflarımızı dikkate almayan, kırılganlığımızı gözetmeyen bir din, bizi yaratan Allah’ın dini değildir. Bizi yaratan bizi bilir değil mi?

Bazen “İslam’ın şartı nedir?” diye soruyorum. “Beş deyip, pat pat sıralıyor insanlar. Peki diyorum bu şartlar kime teklif ediliyor. “Nasıl yani?” diyen bakış görüyorum. “Ağaçlara mı? Şempanzelere mi?” Hayır. “İnsana elbette!” İnsana dair tüm şartlar, insan yanımızı gözetiyor. Demek ki neymiş? İslam’ın şartı insan olmak. İnsan olmayı atlayarak Müslüman olunca ne oluyor? İçi boş bir taraftarlık sadece. İçi boş olan şeyi telâfi etmek için, işi olabildiğince taraftarlığa ve holiganizme çevirmek zorundasın. Nasıl? “Biz Müslümanlar, siz kâfirler!” diye. Ya kendini cennete koyup onu bunu cehenneme göndereceksin. Ya kendini ehlisünnet sayıp onu bunu sapmakla suçlayacaksın. Bir şeyin muhtevası zayıfsa, onun kabuğu o açığı kapatmak için sürekli keskinleştirilir ve kalınlaştırılır. Şu anda, dindar aileler ile çocukları arasında yaşanan krizin adı bu. Çocuk düşünerek bir şeyi var etmek istiyor. Ne biliyorsun anne, müsaade et İslam’ı kendim bulayım, niye senin dinin olarak kabul edeyim ki diyor. Bırak okusun, araştırsın. Kaybedeceğin bir şey mi var bunda. Senin dinine itimadın varsa Allah’a güveniyorsan, Allah’ın oğluna/kızına verdiği donanıma güveniyorsan ki Allah güveniyor.

Ama biz hık demiş burnumuzdan düşmüş naylon tipler üretmeyi seviyoruz. Dinin bilgisi diyebileceğimiz şeyi verdikçe veriyoruz. Oysa bir şeyin bilgisi ile kendisi, eşit değildir. Din yerine, dinin bilgisini verirseniz kaybedersiniz. Suyun kendisi ile suyun bilgisi aynı şey değildir. Suyun bilgisi susuz birinin susuzluğunu gidermez. Ama suyun kendisi susuzluğu giderir. Bilgi profesyonel bir şeydir. Bizim din eğitimi dediğimiz şey dinin bilgisi. Bir çocuk, bu yoğun din bilgisi yüklemesi nedeniyle, önünde Kuran varken, yaşıtlarına yapılmayan bir aşağılamaya maruz kalıyor. İrabı atladı diye, gunneyi bilemedi diye fırça yiyor. Önünde Kur’ân varken oluyor bu. Peygamberimizin şu seferden ne zaman döndüğünü bilemedi diye azar işitiyor. Bu, dinin kendisi değil. Bir çocuğu dinden soğutmak için elinden geleni yapıyorsun. Ve bu sistemle bunu çok güzel başarıyoruz. Kaybediş sebebimiz bu.


Kul olmaktan kasıt ne anlamalıyız?

Kul olmak; ubuduviyetir; ubudiyet ise yaşamanın hepsidir. Maalesef “kul” “köle” kelimesini çağrıştırdığı için biraz yanıltıcı bir kelime. Abd olmak. İnsandaki iki temel duygunun uyanması ile mümkün. İnsan doğduğunda hayret duygusu ile doğar. Bebekliğinde, özellikle de çocukluğunda, minnet seviyesi çok yüksektir.

Büyüdükçe, “öğütüm”-eğitim değil, öğütüm- sistemi bize her şeyi öğretir ama hayret etmeyi de minnet duymayı da unutturur. Lüzumsuz hayret ve minneti. Çünkü aldığımız her şeyin her iyiliğin bir açıklaması vardır. Nedensellik. Gördüğümüz her ihtişamın da bir mekanizması vardır. Bunu açıkladığımız için de hayret etmeye değer bulmayız gün doğumunu, minnet etmeye değer bulmayız milyonlarca dünyayı bir anda yutabilecek bir alev topunun gözbebeğimize kadar değdirilmesini.

Ubudiyet bu iki duyguyu ortaya koymaktır. Sübhaneke’in anlamında saklı bu. Sübhaneke’yi okuyan biri hayret duygusu ölmemiş biridir. Allah’ım ellerine sağlık, ne harika şeyler yapıyorsun; diğerlerinin arasından sıyrılıp da geldim. Beni onlarla karıştırma. Ben ihtişam, güzellik ve görkem karşısında hayret etmeyen, takdir duygularını yitirmiş biri değilim. Beni onlarla karıştırma. Onun için ayağa dikiliyorsun Sübhaneke Allahümme derken. Bu kadar hayret edilesi şeyi isteseydin bana sadece gösterir veya sana yok ki diye de bilirdin.

Ben bana yaptığın iyiliği fark ediyorum. Kendisine yapılan iyiliği görmeyen nankörlerle beni karıştırma diye huzuruna geldim. O yüzden onların arasından sıyrılıp kıyama kalktım. Huzuruna geldim: Ve bi hamdik. Din, duyuştur, duygudur; biliş duyuşun sadece parçasıdır, dalı budağıdır.

Dinin kendisi yormaz. Dinin bilgisi yorar. Bir gün lazım olursa diye yüklediğin bilgiler yorar. Oysa o hayret ve minnet duygusunu uyandırsaydın, kendisi ile tanıştırsaydın, insan olan insan namazı kendine farz kılardı. Ubudiyeti bir mecburiyet değil bir mesuliyet olarak görürdü. Zorunluluk üzerinden değil, sorumluluk üzerinden yürürdü. Bu daha insani ve onurlu olurdu.

İnsanın temel acılarını gözetmeden, sanki orada bir insan yokmuş gibi, sanki bir robota hükmediyormuşuz gibi anlatıyoruz dini. Bu yapılacak, yap! Şu farz, hemen yerine getir. Ama insan soruyor, ama insan aciz, ama insan tereddütlü, ama insan acı çekiyor, ama insan korkuyor. Dini anlatanlar, insanın kendisine bakmıyor.

Ara sıra soruyorum. Ben mi çok deliyim yoksa insanlar benim bilmediğim bir şey mi biliyor acaba? Çok yalnız hissediyorum kendimi. Bazen çok öfkeleniyorum. Bazense hayır öfkelenmeye hakkın yok diyorum. Yapman ve yazman gerekenlerin hepsini yapmadıysan, öfkelenmeye hakkın yok.

Bakın, bir meal alışkanlığı nasıl da insanı varoluşundan ve varoluştan uzaklaştırıyor: Vakıa Suresi. “Olan olduğunda” diye başlıyor. En temel varoluşsal gerçek bu. ‘Olan olduğunda’yı tutuyor meal yazarı parantez içine alıyor “Kıyamet koptuğunda” diye anlıyor, anlamlandırıyor. elimizde şimdi burada olanlar var; bakın olan olmuş, görmüyor musunuz diye haykırıyor Kur’ân. Olmayacaklar oldu, görmüyor musunuz? Olmayabilirdin, oldun; fark etmiyor musun? Bu heyecanlı sorular nasıl kaçırılır, bu muhteşem farkındalıklar nasıl yok sayılır! Âh ben ne edeyim? Allah sadece kıyameti olduran ona göre. Kaldı ki kıyamet bile bir yıkım değil; aksine bir inşa, bir kıymet ifşası, bir itibar manifestosu: “Kıymeti olan şeylerin kıyameti kopar.” Namaz, insanın varlığa ve kendi varlığına mukabelesidir; adamlığının gereğidir. Namazı dindarlar kılmaz, adam olan kılar. Çünkü hayret etmek minnet duymak adam olmanın icabıdır. Dindar olmanın değil.


Geçmiş, şimdi ve gelecek arasında nasıl bir bağ kurarak yolumuza devam etmeliyiz? Bağımsız olarak mı ele almalıyız yoksa hepsi birbiri ile bir bütün olarak mı ilerlemeliyiz anı mı yaşamalıyız. Ne yapmalıyız?

Psikolojik olarak insan hiçbir zaman şimdi ve burada değildir. Geçmiş hüzünlerimiz ve geleceğe dair korkularımız ile varız zaten. Ama şimdiyi de şimdi yapan bu geçmiş ve gelecek hayâlidir. An dediğimiz şey, şu anda yaşadığımız şey biricik zamandır. Diğerleri sadece hayâldir. Biz dünü yarını bugünü harcamak için değil, bugünü var etmek için kullanmalıyız.

Ben ilkokul ikinci sınıftayken, bir arkadaşımın-adı Erdoğan, rahmet olsun, genç yaşta vefat etti-babasının bakkalı vardı. Erdoğan’ın henüz biz ikinci sınıftayken, köy bakkalının camına yazdığı ve benim unutmadığım o yazı meğer hayatın dersiymiş. Şöyle yazıyordu: ‘Bugün parayla, yarın bedava.’ Dedim bunda bir bit yeniği var. Yarın geleyim dedim. Gel dedi bak bakalım yarın ne yazıyor olacak. Yarın olup gittiğimde aynı yazı, ‘bugün parayla’ yazıyordu.

Yani o bakkalın içine hiç kimse yarın giremeyecek. O zaman namaz kılacaksak sadece bugün kıl. De ki sadece bugün kıl, bu sözü tut. Sonra yarın geldiğinde tekrar bak yazıya. Bugün namaz kılacağım ve vakti geleni kılacağım. Yarın diye bir şey yok aslında. Şu vakte kadar 56 yıl yaşadım ve ben bugünden başka bir günü yaşamadım. Yarın hiçbir zaman gelmedi, gelmeyecek de. Bir insanın sabrı sadece bugüne yeter; yarına, yarınlara yetmez.


Sizi okuyup yarası iyileşenler var peki siz kimi okuduğunuzda iyileştiğinizi düşünüyorsunuz?

Birincisi olabildiğince meallerin yardımıyla ama meallerin yaptırımından uzak, Kur’ân’a muhatap olmaya çalışıyorum. İkincisi söyleşinin başında söylediğim o din kitabı. Said Nursi kendi varoluşsal düzleminden konuşan biricik adamdır. (Bu din kitabını kitaplığından alıyoruz. 1981 yılı yazıyor üzerinde. İnceliyoruz. Hayret ediyoruz.)


Yakın zamanda çıkacak bir eseriniz var mı?

Üç tane çıkacak. Dervişin Yolu dizisinin ilk üç kitabı. Her Güne Bir Ayet. Her Gece Bir Dua ve 99 Esma 99 Dua revize ediyoruz. Şu sıralar yazdığım bir roman var; içinde varoluşsal sorular ve aşk olacak… Esmayı eşyanın yüzünde okuyan bir çalışmayı hazırlıyoruz. Deneme yazılarından ibaret bir çalışma ve Mesnevi ile Terapi çalışması yolda.

Uzun vadede bir siyer yazmayı düşünüyorum. Ama savaş eksenli değil; vahiy yani söz eksenli siyer. Dua ediyorum, bunları yazmadan canımı alma Allah’ım, diyorum.


Son sözlerinizi alabilir miyiz?

İnsanlığın tamamlanmamışlığı kitabı gerektiriyor. Kainâtın tamamlanmamışlığı ise ahireti gerektiriyor. Tamamlanmamışlık elimizde ki en ciddi veridir. Eksikliğimiz, noksanlığımız, arayışımız… Bunlar en ciddi verimiz olmalıdır. Kendini tamamlanmış varsayanların arayışı bitmiştir.


Çok teşekkür ederiz, vakit ayırdığınız için, oldukça keyifli bir sohbet oldu.

Ben teşekkür ederim, benim içinde keyifliydi.


Röportaj/Aynur KARABULUT

574 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page