top of page
Ara
  • Yazarın fotoğrafıAynur Karabulut

İNSANLARIN BAHANELERİ İMKANLARINDAN DAHA ÇOK!

Davut Ufuk Erdoğan… Okuyan, yazan, çizen, üreten, gençlerle ilgilenen genç bir kardeşimiz. Böyle gençleri tanımayı ve sizlerle tanıştırmayı önemsiyorum. Kendisi ile Covid19 önlemleri kapsamında mekanların kapanması dolayısıyla Ayasofya Camisinde buluştuk. Benimde Allah’ın evinde ilk söyleşimdi. Ardından Davut Ufuk kardeşimin rehberliğinde Sultanahmet’in önünden geçip farkına varamadığım zenginlikleğerini keşfettim “…Okuyun, okumadığınız zaman karanlıktasınız, yazın, yazmadığınız zaman kırmaktasınız, gezin, gezmediğiniz zaman kopmaktasınız., konuşun, konuşmadığınız zaman ziyandasınız…” diyen sevgili Davut Ufuk Erdoğan ile çok samimi, içten, keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. Sizlerin de keyifle okuyacağınızı düşünüyorum buyurunuz efenim…

Davut Ufuk Erdoğan kimdir? Hayata bakış açınızı, yaşam felsefenizi neye göre belirlediniz?

Diyarbakırlıyım. Orada doğup büyüdüm. 5 çocuklu ailenin tek ve en büyük erkek çocuğuyum. Aynı zamanda en büyük erkek torun olmanın sorumluluğuyla büyüdüm. Ailenin yükü gelecekte bende olacağı için hazır ve etkin olmak zorundayım. Liseyi bitirdikten sonra üniversite okumak için İstanbul’a geldim. Her zaman bir arayış içerisindeydim. Hala devam eden bir arayışım var diyebilirim. Arayışımın her aşamasında ilahi bir yardım aldığımı düşünüyorum. Her sıkıştığımda hayatıma bir insan girer. Örnek vermem gerekirse İstanbul’a geldiğimde insanların gerdiği, sıktığı bir arada karşıma Adem Özköse ve onun bir araya getirdiği kitap halkası çıktı. Kitap halkasına dahil olarak devam ettim. Öncesine gidecek olursam yeni insanlarla tanışmayı istediğim anda yolum MGV (Milli Gençlik Vakfı) diye bir kuruluşa, Ensar diye bir vakıfa çıkar. Oralarda bulunarak yolculuğumu sürdürdüm. Oralar kesmemeye başladığında Adem Özköse ile tanıştım. Artık okuyup öğrendiklerimi anlatmak istediğimde Süleyman Ragıp Yazıcılar ile yollarımız kesişti. GENÇ TV de bir program yapmaya başladım. Programla birlikte hayatıma Asım Gültekin ağabeyim ve beraberinde yazı yazmak girdi. Bir şeyler yapmak istedikçe, adım attıkça Allah karşıma hep birilerini çıkardı. Kısaca böyle özetleyebiliriz. Arayışı devam eden, durmadan önüne çıkan, yolculuğu ile kesişen yollarda yaşayan biriyim.

Niyet ettiğinizde ve nasıl olacağını düşünmediğinizde illaki yol açılır ve o yolda yürümeye hatta koşmaya başlarsınız. Peki Diyarbakır da ki Davut ile İstanbul’da ki Davut arasında bir değişiklik oldu mu? Ne gibi farklılıklar oldu. Doğudan Batıya ilk geldiğinizde neler hissettiniz? Bende doğuluyum. Ben çok garipsemiştim. Biz doğunun çocukları sahiden de tertemiz ve her koşulda iyi niyetini korumalısın şeklinde yetişmişiz. Bize absürt gelen birçok durum burada insanlara çok normal geliyordu ve ben ilk dönemler çok şaşırıyordum. Ki hala çok şaşırıyorum. Siz neler yaşadınız?

Eskiden hayal bile olsa kendi içimizde büyüttüğümüz bazı gerçeklerimiz vardı. Bunlar motivasyon sağlıyordu. Hiç durmadan sürekli hareket ediyorduk. Sanki bir devrimi devirmeye doğru gidiyorduk gibi hissediyorduk. Buraya gelince yaptığımız hareketlerin ne kadar küçük olduğunu gördüm. Belki koşuyordum ama burası için adım bile sayılmıyordu. Sonra buradakilerin koştuğu yöne baktım bizim koştuğumuz yöne koşmuyorlardı. Ya beraber yürüyecektik ya yol değiştirecektik. Ben o ayrımı çok yaşadım. Başta da dediğim gibi her sıkıştığımda, yol ayrımında Allah karşıma yeni insanlar çıkarıyordu. Eğer çıkarmamış olsaydı farklı olabilirdi. Mesela okulda öğretmen ödev vereceği zaman Kadıköy çevresinden verirdi. İlk 3 yılımı Kadıköy sahilinde, hoş olmayan sokaklarında geçirdim diyebilirim. Analiz ve çizimler verirdi hocalar, tabi rastgele çizimler değildi ama bilinçli olarak o bölgede çizmemiz isteniyordu. Bu bir seçim sebebi oluyor zamanla. O seçim zamanı geldiği sırada ben kitap halkası ile tanıştım. O tanışma bir motivasyon sağladı diğer tarafa kaymadım. Şöyle bir durum da var tabi, bizimle aynı davayı savunduğunu söyleyen insanların aslında bizimle hiçbir alakaları olmadığını gördüm. Bir hayal kırıklığıydı benim için. Diyarbakır’dayken burası için sanki hepsi Metin Yükselmiş gibi bir hayal vardı. Gözümde çok büyütmüştüm. Aslında çoğunluğun Metin Yüksel’i öldürenlerle aynı insanlar olduğunu gördüm. Psikolojik açıdan çökmüştüm. Babamı her aradığımda burada yapamayacağımı, döneceğimi söylüyordum. Babam ise “önemli olan kolay ile değil zorla mücadele etmektir. Bu düsturla yaşamayı öğren. Gör tanı. Tanımak sana hiçbir şey kaybettirmez.” derdi. Ama şöyle bir durum da var; insanların senin ve memleketin hakkında ileri geri pervasızca konuşması çok ağrıma gidiyordu. İşte bu durumlarda içimdeki inancıma sığınıyordum.

Ne demek istediğinizi çok iyi anlıyorum. Ben Batmanlıyım. Batman’dan İstanbul’a 2000 yılında geldim. İş hayatına girdiğim sırada. Çok çalışarak hızla sektördeki varlığımı hissettiriyordum ve kısa sürede çok iyi bir reklamcı olmuştum. İş teklifleri almaya başladım. Çok büyük bir reklam ajansına ön görüşmelerden sonra mülakata gitmiştim. Görüşme de Aynur Hanım her şey çok güzel tam çalışmak istediğimiz özelliklere sahipsiniz cv’nizi alalım evraklara ekleyelim dediler. Cv uzattığımda doğum yerimin karşısına kocaman bir soru işareti koymuştu. Her şey bizim için okey ama “doğum yeriniz bizim için soru işareti” demişti hemde çok küstahça.Gereken cevabı verip ayrılmıştım. Ama çok üzülmüştüm insanların bu ve benzeri durumlarda ırkçı davranışları karşısında. Hiç unutmadım. Şuanda yapılan ırkçılık bir zamanlar doğulu olan bizlere yapıldı. Hemde fazlasıyla ama o ırkçılık hiçbir zaman görülmedi. Görülmediği içinde kırdılar, incittiler. Ciddi anlamda zarar verdiler. Eğer inançlarımız, o alt tabandaki işlenmiş iyi niyet yani zeminimiz sağlam olmamış olsaydı evet bambaşka şeyler olabilirdi. Gerçekten üzücü. Peki Diyarbakır’dayken ne gibi hayallerin vardı? o hayaller değişti mi yoksa önüne set mi çekildi?

Aslında hayallerimi uhrevi ve dünyevi olarak ikiye ayırıyordum. Uhrevi olanlar tüm doğulu Müslümanlar gibi şehit olmaktı. Gerçekçi dünya da ise bu hayal beraberinde şu soruyu getiriyordu. Niçin öleceğiz? O soru şu an kafamı en çok kurcalayan sorulardan biri. İstanbul şartlarında şehadet zor tabi. Ama bir şekilde öleceğiz. Peki ne için? Bu soru kafamı sürekli kurcalıyordu. Şu an hala kurcalıyor. Çünkü insanlar size yollar sunuyor ama zamanla bu yollar sizi İslam’dan uzaklaştırıyor. Siz İslami olarak bir yola giriyorsunuz ama yol İslam’ dan uzaklaşıyor. Dünyevi olarak akademisyen olmak istiyordum. Hukuk dalında. ÖSYM’ nin sınav sistemi değişince hukuku matematikten edebiyat ağırlıklı hale getirdiler. Ondan dolayı hukuka giremedim. Babam inşaatla uğraştığı için mimarlık bölümünü tercih ettim. Hukukun amacı geçmişle hesaplaşmaktı. Geçmişte yapılan haksızlıklara dava açıp onlarla savaşacaktım. Mimarlık zamanla geleceği inşa etmeye doğru gitti. Geçmişle hesaplaşmayı bir kenara bıraktım. Sürekli mimarlar ve mimari eserler ile ilgili araştırmalar yaptım. Onlar üzerine yazılar yazıyorum, programlar yapıyorum. İlerletmeyi düşünüyorum. Rehberlik yapmayı düşünüyorum geçmiş mimari tarih üzerine. Benim hikayem Ayasofya ile başladı. Ayasofya’yı kitap halkasında ki arkadaşlara ve sonrasında genç gönüllüler ekibine anlattıktan sonra programını çektik. Ayasofya böylece miladımız oldu. Mimari Tarih başladı. Şu anda ne yapacağımı biliyorum en azından artık bir rotam var.

Doğudan gelmiş, İmama Hatip Lisesi mezunu, okuyan, yazan, çizen, üreten bir genç olarak sizi en çok zorlayan etken ne oldu?

Doğulu ve İmam Hatipli olmam iş başvuruları sırasında ciddi sorun oluşturuyor maalesef. Kaldığım yurt ve okul arkadaşları tarafından 2 sene boyunca dışlandım. Onlar gibi düşünmediğim için görüşmediler, konuşmadılar. Okulda sırf beni kabul etsinler diye onlara yardım ediyordum, çizim yapıyordum. Görüşmüyordular. Konuşmuyordular. Sadece o iş bitene kadar konuşma devam ediyordu. Arkadaşlık makas alıp vermekten öteye geçmiyordu. Sonuçta kimliğimi, geldiğim yeri gizlemiyordum. Şiveden kaynaklı da anlaşıyordu zaten ve hemen geri çekiliyorlardı. Soruyorlardı nerelisin diye? Diyarbakırlıyım. Kürtmüsün? Kürdüm diyordum. Gizlemiyordum sonuçta. İnsan doğduğu yeri, dilini gizler mi hiç? Ama duydukları anda geri çekiliyorlardı. İlerleyen zamanlarda gelip özür dileyenler oldu ama o iki sene boyunca dışlayarak hissettirdiklerini hiçbir zaman unutmayacağım.

Evet unutulmuyor, derin yaralar açıyor. Kendi varoluş hikayeni tam oluşturduğun anda böyle bir yok sayılma, dışlanma çok acı verici. Yıpratıcı gerçekten.

İki sene boyunca derslerime odaklanmam, çalışmam gerekirken her şeyi bırakıp yurttakilerin, okuldakilerin benimle olan ilişkileri ile uğraşıyordum. Benim için çok büyük bir zaman kaybıydı

Bence böyle düşünmemelisiniz. Demek ki yaşamanız gereken bir dönemmiş. Hiçbir şey boşuna değildir. İllaki bir öğretisi vardır. Zaman kaybı olarak gördüğümüz birçok durum, olay aslında bizim gözlem yapmamıza, farkındalığımızı geliştirmemize sebep oluyor. Ben bu gibi dışlanmışlık dönemlerini inziva dönemi olarak değerlendirip bol bol gözlem yapar, düşünürüm ve çok kıymetli bir süreç olarak görürüm. Değerlendiririm.

Evet… Acılı sancılı da olsa sonuçta sancıdan sonra bir çocuk doğuyor. Doğru söylüyorsunuz aslında. Sonuçta o durumlar arayışlarımı derinleştirmemi sağladı. Zaten yapı olarak kendi kendimi zorlamayı seviyorum. Sürekli bir arayış içerisinde olunca tıpkı derenin suyun akacağı yeri bulması gibi sürekli arıyordum ama bulamıyordum.

Bu arayış sizi nereye sürükledi mesela?

Yurtta bir gün arkadaş bir koli kitapla geldi. Bir kitap halkası var katılmak ister misin? dedi. İlginç geldi. Kamplarına gittim. Okunan kitaplar, bakış açıları ilgimi çekmişti. Hikayem orada başladı. 3 senedir. Sabah Namazı Devriminin Kitap Halkasında yolculuk ve arayışım devam ediyor

Aradığınızı orada buldunuz mu veya en azından yaklaştınız mı?

Hala arıyorum, devam ediyor ama en azından akabileceğim bir menheç orası. Daha iyi olabilir mi? Olabilir ama en azından şu an için en iyisi orası.

O zaman hala orada durduğunuza göre sanki arayışınıza yakın bir yerdesiniz diyebiliriz. Bir genç olarak, gençler için yeteri kadar imkân ve olanak oluşturulduğuna inanıyor musunuz?

İstanbul’a geldiğimde dikkatimi çeken ilk şey buydu. Burası imkanlar cennetiydi. Sınırsız, sonsuz imkân var diyebiliriz. Burada mesele organizasyonun çok kötü olması. Diyarbakır’da camide ilgilendiğim gençleri ancak pikniğe, maça, yüzmeye götürebilirdim. Bu üç etkinlikle yaklaşık 800 gençle ilgilendim. Burada sınırsız imkân varken bir genç hayatında 5 gence dokunamıyor. İmkân bol ama insanların bahaneleri imkanlarından çok. Gençlerin en büyük sorunu sorgulamamak. Neden, niçin, kim için, vs. gibi soruları kendine yöneltebilirse önündeki imkanları keşfetmiş olacak.

Sosyal Medyanın handikaplarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Dijital çağın getirisi Sosyal Medya insanlara; anlık yaşa mesajı veriyor. Özellikle boşlukta olan gençler bu mesajı çabuk alıyor. Cemaatler, vakıflar, dernekler, gençlik toplulukları geleceğe yönelik mesajlar içeriyor. Ana yönelik olmadığı için gençlere cazip gelmiyor. Geçmişle hesaplaşma, geçmişe cevap bulma, geçmişten getirip sorgulatma gibi bir derdi olmayan anı yaşayan genç için ne geçmişin ne geleceğin önemi vardır. Anı yaşıyor çünkü. Sosyal medya gibi oluşumlar gençleri biraz geçmişten ve gelecekten kopardı. Biz işte buradan yakalamaya çalıştık gençleri. Bu halkalar bu açıdan kıymetli.

Sosyal Medya üzerinden yaptığınız işlerden verim elde ediyor musunuz? Geri dönüşler nasıl?

Dönüşler çok iyi. Daha önce hiçbir tecrübem yoktu. Kamera karşısında konuşmamıştım. Gençler yorumlayarak geri dönüş sağlayınca şevkim artırıyor.

Kesinlikle olumlu olumsuz geri dönüşler çok önemli. Bir insan vakit ayırıp yorum yazıyorsa demek ki ortada yapılan bir iş vardır. Etkilemişsiniz. Yeri gelmişken gençlerin yaptığı bir işi iyi kötü destekleyin, izleyin lütfen diyerek mesajımızı da vermiş olalım. Dönüş yapılmasını önemli buluyorum. Yapan az sayıda insanı da takdir ediyorum. Peki dijital mecraları doğru kullandığımızı düşünüyor musunuz?

Yetersiz kullandığımızı düşünüyorum. Camialar bir içerik üretince o içeriğin dilini kendilerine uyacak şekilde oluşturuyorlar, gençlerin diliyle anlatmıyorlar. Bu durum da gençlere gitmesi gereken verinin gençlerden dönmesine sebep oluyor. Bir hoca çıkıp iki saat konuşarak yol göstermeye çalışıyor. Oysa ki gençler en fazla ancak 40 dakika dinleyebilir. 40 dakikanın üstünü mümkün değil dinlemez. Dinlese bile alması gereken mesajı almaz. Gençlerin dilini kullanmayınca, gençlerin dikkat süreleri göz önünde bulundurmayınca yapılan programı ancak kendileri dinliyor ve gençlere geçmiyor maalesef. Bu durumda gençler kendilerine hitap eden farklı içeriklerin peşine takılıyor. Derler ya “Hak ile meşgul olmayanı Batıl işgal eder diye. Aynen bu durumdayız. Böylece genç; anı yaşaması gerekecek şeklide verilen bir öğretiden de dersini almadan, geçmişten kopuk, gelecekten umarsız, “anı” da yaşamadan, kaçırarak tükeniyor. İzleyici koltuğunda eriyip gidiyor.

Geçmişte yapılan güzel şeylerle övünüyoruz ama üretmiyoruz. Sürekli geçmiş güzelliklerle övünüp günü onlarla kurtarmanın derdindeyiz. İyide geçmişte şu an yaşayan bizler geleceğe ne bırakacağız. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Geleceği inşa edemeyenler geçmişle övünür diye bir ifade var. Bizim meselede tam olarak bu aslında. Şu andaki bütün oluşumlar, hükümet, vakıf, dernek fark etmeksizin geleceği inşa edemiyorlar. Gelecek nesle değil geleceğe söyleyebilecek, aktarabilecek sözleri yok. O yüzden geçmişte takılıp kalıyoruz. Ve hep orayı anlatıp duruyoruz. İslam her gün gelişmemiz gerektiğini farz kılarken biz geçmişte takılıp kalmayı seçtik. Sadece bedenen yaşıyoruz. Ruh ölmüş. Bedende geleceğe yürürken akıl geçmişte kalmış. Böyle bir akıl tutulması bizimkisi.

Çok üzücü bir durum. Dijital çağa kurban verdiğimiz bir gelecek inşa ediyoruz elbirliği ile ve bu durum gençlerin, çocukların suçu değil onlara yeteri kadar zemin oluşturmayan günün görmüş, geçirmişleri. Gençleri çok seviyorum. Hepsi pırıl, pırıl. Üretmeye, araştırmaya, öğrenmeye meraklı. Bu mecralar yüzünden sadece tembelleşmeye başladılar. Adım atmaya ya cesaretleri yok yada nasıl adım atacaklar, nereden başlayacaklar bilmiyorlar.

Ben bir genç olarak; dergi çıkarırken, program yaparken, kitap halkalarında gençlerle sohbet ederken hep şunu söylerim. Amaç bu yaptıklarımın hiçbiri değil amacım o gençlere bir şeyler yaptırabilmek. Harekete geçirmek. Bir amaç güdülemelerini sağlamak. İşleyen bir hareketleri olmasını sağlamak. Onun peşinden nasıl koşacaklarını sağlamak. Çevremdeki insanlarla tanıştırıyorum. Ama gençlerde şöyle bir durum var her şeyden çabuk bıkıyorlar. Ben bile genç olmama, gençlerle ilgilenmem, onlarla uğraşmama rağmen onların diline tam hâkim olamıyorum. Yetişemiyorum.

Ama haz ve hız çağındayız. Her açıdan hızla değişen, gelişen ve yetişemediğimiz bir çağ. Yazılım dilleri, teknolojik açıdan kullandığımız ekipmanların üst modellerine yetişemiyoruz. Çağın insanı olarak bile yaşlı hissediyoruz çoğu zaman. Yoruyor. Tüketiyor. Gençlerde bilinçli olmayınca, bilinçli çevreler oluşturulmayınca tükeniyorlar. Bu yorucu çağda yok olmadan, iz bırakıp yolunu bulmak isteyen bir genç sizce nereden başlamalı?

Beraber yürüyebileceği, yol alabileceği bir yol arkadaşı bulmak zorunda. Tek başına pek mümkün olmuyor. Mürşitsiz irşat çok zor. Ona hitap eden birini bulabilmesi onu güçlü kılar. O bulduğu kişi yanında dursa bile yeter. Gerçekten iyi bir yol arkadaşı bulmaktan geçtiğine inanıyorum.

Gençlerin peşine düşüp bir türlü dolduramadıkları içsel bir boşlukları var. Bu arayıştan doğru yolu bulup çıkanda var iyice kaybolan da. Bağımlılık, deistlik, kimlik bunalımları gibi. Bir genç olarak bu durumu neye bağlıyorsunuz?

Büyükler gençlerde derin bir boşluk oluşturuyor. Felsefik açıdan değerlendirecek olursak insan ihtiyaç gereği bir şeye tapmak, onunla beraber olmak istiyor. Bir şeyi bir şeyin içinde ilahlaştırmak gibi. Genç İslam’ı ilahlaştırmıyor, din olarak benimsemiyor. 5 vakit namaz, İslam’ın 5 şartı, imanın 6 şartı ile İslam’ı tam olarak bildiğini varsayıyor. Oradan devam ederim diye düşünüyor. Ailelerde bunu yapıyor. Matematiksel düzeyde hatta şartlı inanma var sadece. Arka planı hiç önemsenmiyor. Bir Müslümanın yalan söylememesi, gıybet etmemesi, bir başkasının hakkına girmemesi gerektiğini anlatmaz. Müslüman bir insanın hassas olması gerekiyor. İnsanlarda en büyük sorun haksızlık, adaletsizlik sadece kendisine karşı yapılınca, kendisine dokunursa savunmaya geçmesi. Onun dışında bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın modunda. O yılan müdahale etmezsek dolaylı olarak hepimize dokunacak. Doğuya gittiğinizde bu gibi insani duyguların hala korunduğunu görürsünüz. Görülen zulme kendisi yaşamamış bile olsa sessiz kalınmaz.

Bir mimar olarak İstanbul’un ruhsuz binalarını, ruhsuz gidişatını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Mimarlığın iki aşaması var. Maddi olarak onları anlamaya çalışıyorum. Ama İstanbul’a yazık oluyor. Mimari yönden gittikçe zayıflıyor. Bir ruhu vardı şu anda azap çekiyor. Yabancı bir yazar vardı. Şöyle diyordu Türkler 500 yıldır Konstantiniye’ girdiler hala yerleşemediler çok isterlerse boşaltsınlar biz yerleşelim. Dalga geçiliyor. Haklıda sayılır. Yerleşemedik bir türlü. Bunun en büyük sebebi her şeyin buraya toplanmasıdır. Ticari açıdan her şey buraya toplanınca sürekli insanlar buraya gelme zorunluluğu hissediyor. Konya tarım, Mersin deniz ticaretinin, Şırnak sınır ticaretinin merkezi olduğunu düşünsenize. Bu bölgeler ve çevreleri için iş olanağı oluşturmuş olur. Yerleşim, gelişim açısından etkili olur. İnsanlar refah içinde hayatını devam ettirebilirse yurdundan göç etmez ki!... Böylece İstanbul’un yükü hafifler.

İstanbul nefes alır değil mi?

Hemde nasıl. Birçok yerde insan kalabalığından artık manzara bile izlenemiyor. Mimari yıpratma sebebi her şeyin buraya toplanmasıdır. Kulelerden oluşan bir ada yapılsın mesela. Hızlı trenle devamlı merkezi duraklardan ulaşım olan. Kulede yaşamak isteyen orada yaşar. Orada çalışır. İstanbul’un ruhu korunabilir. Osmanlı gibi şehri şenlendirmeniz gerekir. Şehir şenlenmezse çöker. Şimdikiler şenlendirmek yerine yas evine çevirdiler İstanbul’u.

Şöyle diyebilir miyiz? Mesela siz, sizin gibi mimarlık okuyup şehri şenlendirecekler ekonomik kaygı peşinden koşarken mecburen şartlara boyun mu eğiyorlar da gittikçe ruhsuz, betonarme binalar arasına hapsoluyoruz?

Sadece ekonomik sebeplere bağlamamak gerekir. Tamam alt taban olarak çalışan mimar, mühendis bu kaygıyı güdebilir ama bu işin başında mimarların üstünde olan kişiler için bu durum geçerli değil. İhtiyaç seviyesinde bir ekonomik zafiyet değil. Mimardan böyle bir şey istenmezse mimar daha idealist olur.

Küçüklüğünüzden beri düşlediğiniz yolculuğunuzun neresindesiniz?

Aslında yapmak istediğim şeyin ne olduğunu tam olarak bilmiyorum, bulamadım, arayışım sürüyor. Sanırım hala hayali kurma aşamasındayım. Akademisyen olmak istiyordum yüksek lisans yapıyorum, doktora yapıp akademisyen olacağım inşaallah. Mesleğim ile ilgili bir büro açmak istiyordum şu an mesleğimin diplomasını aldım. İnsanlara eserleri gezdirerek anlatmak, tanıtmak istiyordum rehberlik okumaya başlayacağım. Hukuk okumak hayalimdi açık öğretimden okumaya başladım. Ortalarındayım diyebiliriz.

Aslında baya yol kat etmişsiniz. En azından ekside değilsiniz. Üzerine katarak yol almışsınız. Peki kendinizi inşa ederken, kimliğinizi oluştururken en zorlandığınız, kötü hissettiğiniz an hangi andı?

Genelde kırılma anları oluyor. Bir şeye inanıyor ve bağlanıyor, ümitleniyorsunuz. Sonra birdenbire umutların, hayallerin gerçeklerin değiştiğini fark ediyorsunuz. Bu durumda toparlanma süreci çok zor oluyor. İstanbul’a gelirken büyük hayallerle geldim. O hayaller yıkılınca 2-3 sene kendime gelemedim. Atlatamadım. Hala atlatabildiğim şüpheli. Bir şeye çok fazla anlam yüklemek ilerki dönemde değişmesi, çarkın dönmesi ile her şeyyıkılabiliyor. Tekrar yol aldığınızda zorlanıyorsunuz. Ben ilk geldiğimde yaşadığım dışlanmışlık duygusu ile kötü hissetmiş zor baş etmiştim.

Hayatınıza dokunan, sizin için bir dönüm noktası oluşturan isimler kimlerdi ve sizi hangi açıdan beslediklerini düşünüyorsunuz?

Kitap okuma, farklı düşünme, farklı insanlarla diyalog kurma, başka perspektiflerden bakma ve önümü açma noktasında Adem Özköse ufkumu genişletti. Hiç yalnız bırakmadı. Yazı yazmak ile ilgili Asım Gültekin Hoca Allah razı olsun, rahmet eylesin. Çok teşvik edip, destekledi. Özellikle milliyetçilikten rahatsızdı. Benimde rahatsızlığımı gördü, ilgilendi. Yazı yazmayı öğretti. Hala öğrenmeye çalışıyorum. Onunla başladım yazı yazmaya. Süleyman Ragıp Yazıcılar GENÇ TV YouTube kanalı üzerinden imkân sağladı. Bu isimler benim için dönüm noktaları oluşturdu.

Gençlere ışık tutan, yol açan, yön gösteren herkes çok kıymetlidir. Çünkü günümüzde bu çok zor. Herkes kendini göstermenin derdinde. Yeteneklerinin farkında oldukları halde yol göstermeye, elinden tutmaya yönelmiyorlar. Bile isteye görmezden geliyorlar. O yüzden Allah razı olsun güzel şeyler katmışlar. Kendi adıma gençlere ışık olan bu isimlere teşekkür ederim. Hızla artan YouTube kanalları görüyoruz. İyi ve kötü yönleri ile bu artışı nasıl yorumluyorsunuz?

Bir şeyin çok olması zenginliktir. Kötülük bile olsa. Mesela birileri araba videoları ile ilgi çekiyorsa biz ona benzer İslam mucitlerin icat ettiklerine ilişkin içerikler üretip sunabiliriz. Müzisyen anlatılıyorsa biz ecdadımızı, oyun anlatıyorsa biz sahabe hayatlarını anlatabiliriz. Kötü bile olsa iyiye uyarlanabilir. Yol gösterebilir. Formatlar, kullandığı dil açısından yardımcı olur.Yol gösterir.

Yani alıcıların nasıl çalıştığı ile ilgili bir durum.

Farklı şeyler olmasını destekliyorum. Beni onların ne yaptığı ilgilendirmez. Önemli olan benim ne yaptığımdır. Ben ne yapıyorum. En azından ben böyle bakıyorum.

Hayatınızın dışına çıkıp Davut Ufuk Erdoğan’a bakınca nasıl görüyorsunuz?

Eksikleri çok olan birini görüyorum. Kendimi geliştirmem gerektiğini düşünüyorum. Geçenlerde yaşça küçük bir arkadaş bir nasihat istemişti. Şöyle demiştim. Okuyun, okumadığınız zaman karanlıktasınız, yazın, yazmadığınız zaman kırmaktasınız, gezin, gezmediğiniz zaman kopmaktasınız. Konuşun, konuşmadığınız zaman ziyandasınız. Bu 4 şeyi yapabilirsek ufuklarımız genişleyecek, insanlara daha çok şey anlatabileceğiz, etkileşim fazlalaşacak. Yazmıyor, okumuyor, gezmiyor bunun sonucunda ne olacak. Bana göre sadece bir projektör görevi görecek. Kendisine yüklenen görüntüyü yansıtmaktan ileri gidemeyecek. İyi veya kötü. Özetle kendim bir projektör olarak yürüyecek olursam kokuşmuş zihniyetle uğraşacağım, muhatap olacağım ve bende yazmasam başkaları karanlıkta kalacak. Böyle bakıyorum ve böyle yol alıyorum.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı? Yaptıklarınızı nereden takip edebiliriz?

Kendimi anlatma fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim. Bu bir genç için çok kıymetli bir şey. Bu ilk röportajım. Allah razı olsun.

Sosyal medya hesaplarımdan yaptıklarımı paylaşıyorum takip edebilirler. GENÇTV YouTube kanalında Mimari Tarih isimli programım var.

Dünyamız diye bir hayalim var. Coğrafyamız, ülkemiz, şehirlerimiz diye devam eden bir seriden oluşacak kitap çalışmam olacak. Üzerine çalışıyorum. Örneği şu anda olmayan bir çalışma olacak inşaallah.

Vakit ayırdığınız ve samimiyetiniz için ben teşekkür ederim. Yolunuz, yolculuğunuz daim olsun. Arayışınız hiç bitmesin. Çünkü arayış biterse bir yerde insanda biter...


RÖPORTAJ / Aynur KARABULUT

Aralık 2020

217 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page